ARKAPLAN RENGİNİ SİZ SEÇİN...

dostumvar

TÜNEL

A. Osman DÖNMEZ 

Önce müthiş bir gürültü duydu. Arkasından tünelin ışıkları söndü ve etraftan kayalar düşmeye başladı. Ani bir frenle arabayı durdurdu. Gürültü devam ediyor, araba fırtınaya yakalanmış bir gemi gibi sallanıyordu. Elini kulaklarına götürdü. Neye uğradığını şaşırmıştı. O esnada bir kaya parçası arabanın önüne isabet etti. Arabanın üstünde ise kaya yağmuru devam ediyordu. Camlar tuz-buz olmuştu. Bu sahne daha ne kadar devam etti bilmiyordu. Önce arabayı tünelin duvarlarına çarptığını düşündü, ardından bu olayın bir deprem olduğu kanaatine vardı. Bir müddet olayın şaşkınlığıyla hareketsiz kaldı. İlk şaşkınlığını attıktan sonra arabanın içinden çıkmaya karar verdi. Arabanın farlarından biri kırılmamış hâlâ yanıyordu. Dışarısı zifiri karanlıktı. Yolun ilerisini, düşen kaya parçaları tamamen tıkamıştı. Zihninden, "durum arka tarafta nasıl, bir kontrol edeyim" diye geçirdi ama, arka tarafta hiçbir şey gözükmüyordu. Arabadaki el fenerini hatırladı. Yolun gerisini keşfe çıktı. Elli metre kadar geride kayalar tünelin giriş tarafını da tıkamıştı. Artık bir tünelin içinde karanlıkta yapayalnızdı.
Vakit ilerledikçe olayın vehametini daha iyi kavramaya başlamıştı. Buradan çıkmanın yolunu bulmalıydı. Aklına cep telefonu geldi. Hiç olmazsa emniyet güçlerine durumu bildirip, onlardan yardım isteyebilirdi. Ama bu zannettiği gibi ciddî bir depremse dışarıdaki hayat da felç olmuş olmalıydı. Yine de telefonu eline aldı. Fakat hat yoktu, çevirdiği numaralar kullanım dışıydı.

Hızlı adımlarla tek farın aydınlattığı tünelin çıkışına doğru yürüdü. Kayalar, yolu tamamen tıkamıştı. Kayaları oynatmaya, geçebileceği kadar bir yol açmaya çalıştı. Ne kadar uğraştıysa gayreti boşa gitmişti. Bu sefer tünelin ileri kısımlara doğru seğirtti. Oradan kendine bir çıkış yolu aradı; ama yine eli boş kaldı. Bu esnada tünelin içinde bir gürültü daha koptu. Bu sarsıntıda kaya filan düşmedi. Bu sarsıntının artçı olabileceğini düşündü. Tekrar, arabaya bindi. Elini radyonun düğmesine götürdü. Dışarıdaki durumu ancak radyodan öğrenebilirdi. Fakat radyo net bir ses vermiyor, sesler de cızırtının arasında anlaşılmıyordu. Frekansları dolaşırken istasyonların birinden çok cızırtılı bir şekilde; "Merkezi ... olan çok şiddetli bir deprem oldu" cümlesini anlayabildi. Cızırtının içinde spikerin sesi kaybolup gitti.

Selçuk yirmibeş yaşlarında başarılı bir öğretmendi. Çalıştığı dershanenin tatile girmesinden faydalanarak ailesinin yanına gidiyordu. Akşam arkadaşlarıyla vedalaştıktan sonra gece yarısı yola çıkmıştı ve nasip olursa sabah saat beşte İzmir'de olacaktı. Zaten birkaç hafta sonra askerliği başlıyordu. Bu süre zarfında biraz dolaşacak, biraz dinlenecek, her şeyden önemlisi koca bir yılın stresini atacaktı. İşte bu düşünceler içinde yola çıkmıştı. Ama deprem onu bir çıkmazın ortasına bırakıvermişti.

Selçuk çok güç şartlarda bir hayat-memat mücadelesi vereceğini kabullenmeye çalışıyordu. Tünelin bir giriş tarafına, bir çıkış tarafına koşturuyor; "İmdaaat! Kimse var mı! Sesimi duyuyor musunuz?" diye bağırıyordu. Feryatlarına cevap ise yine kendi sesinin yankılarıydı. Âdeta bütün tünel Selçuk'un lisanıyla, hâlini ifadeye çalışıyordu.

Bu koşuşturmaca ve şokun sonunda iyice yorulmuştu. Her şeyi yönlendiren el onu bir tünelin içine hapsetmiş ama etrafındaki her şey yerle bir olurken onun burnu bile kanamamıştı. Buradan çıkışın zor, hattâ imkânsız olduğunu düşünmeye başladı. Aklına annesi geldi. Acaba bu kıyamet saatinde o ne yapıyordu? Ona bir şey olmuş muydu? En son telefon görüşmesinde ona biraz yüksek sesle konuşmuş, hatırını kırmıştı. Halbuki kâinatın Yaratıcısı, "anne ve babanıza öf bile demeyin" diyordu. Şimdi ne olacaktı, annesine hakkını nasıl helâl ettirecekti? Gözlerinden ılık yaşlar boşalmaya başladı.

Muhayyilesi onu çocukluğuna götürdü. Çocukluğunda köyün yaramaz çocuklarına kanarak kuş yuvalarını bozarlar, kuşların yumurtalarıyla aralarında "harp" çıkarırlardı. Kuşların yanık feryatları canlandı zihninde. Şimdi "boynuzsuz koyunun, boynuzlu koyundan hakkını alacağı" bir hesaplaşmanın eşiğindeydi. Kuşlar, kuşlar.. tepesinde binlerce kuş uçuşuyor, kimisi kulaklarını gagalıyor, kimisi saçlarını yoluyordu. Kuş.. her taraf kuştu.

Gözleri kararıyor, yorgun bacakları vücudunu taşıyamaz hâle geliyordu. Kendini bir ölüm mengenesine kıstırılmış olarak görüyordu. Birazdan bu mengenenin dişleri yavaş yavaş daralacak ve yorgun vücudunu sıkmaya başlayacaktı. Zamanla tünelin içindeki hava bitecek ve boğularak ölecekti. Ölüm bin kıskaçlı bir akrep gibi bütün benliğine sahip olmaya çalışıyordu. Arabanın yanan tek farı da yavaş yavaş sönmeye başlamıştı. Akü, demek ki bitmek üzereydi. Gözleri sönen farla birlikte ferini yitiriyordu.

Bir müddet yerde dalgın dalgın oturduktan sonra ne yapabileceğini düşünmeye başladı. Koca koca kayaları oynatarak buradan çıkmak günlerini alırdı. Halbuki onun saatlere bile dayanacak gücü kalmamıştı. "Belki birileri gelir, tüneli açar da buradan çıkarım" diyecek oldu. Bu düşünce de çok saçma geldi. Eğer radyodan doğru anlayabildiyse büyük bir deprem olmuştu. Bu olaydan sonra bütün emniyet güçleri şehirdeki problemlerle uğraşıyor olmalıydı. Bu kargaşada kaç kişinin aklına çöken tüneli açmak gelirdi ki? Hâlini kabul etmekten başka çaresi kalmıyordu. Artık bütün yollar bir noktada kilitlenmişti. Selçuk, hayatı geri dönüşü olmayan yarı ışıklı bir tünele benzetirdi. Şimdi o hayat tünelinin önü de tıkanmıştı. Artık bir kapının eşiğindeydi. Bu eşik ömür ağacını sonsuz bir iklime taşıyan eşikti. Bu, fânî bir sükûtun, ebedî bir çığlığa dönüştüğü yerdi. Bu eşik iki hayatın birbirine bağlandığı köprüydü.

Selçuk onsekiz yaşına kadar her esen rüzgârda yön değiştirmiş, kendine belirli bir yön tayin edememiş bir zamane çocuğuydu. Hayatta neyin doğru neyin yanlış olduğunu düşünmeden mevsimden mevsime savrulup durmuştu. Bu dönem içinde birçok hatası olmuştu. Bu hatalar bu cehennem saatinde Selçuk'un hafızasına bir arı sürüsü gibi hücum ediyordu. Haram-helâl demeden boğazından birçok lokma geçmişti. Yalan söyleyip etrafındakileri kandırmak, ihtiyarlara saygı göstermemek, parasını zevkinin hizmetine vermek onun için sıradan şeylerdi. Hele bir defasında sınıflarındaki bir çocuğa öyle bir oyun oynamıştı ki, çocuk bu olaydan sonra okulu bırakmak zorunda kalmıştı. Daha sonraki dönemlerde bu çocuğu ne kadar arasa da bulamamıştı. Şimdi bu tünel girdabında bunun gibi binlercesi aklına geliyordu.

Tünelin dar duvarları üstüne geliyor gibi oluyordu. Bu karanlık dehlizde ölmeden, bir kabir hayatı yaşıyordu. Gözleri kararıyor, midesi bulanıyor, vücudunun her hücresi ona yavaş yavaş bir ihanet hazırlıyordu. Oturduğu yerden kalkacak oldu, sendeleyerek arabanın bagajına çarptı ve yere yığıldı. Bir an için "acaba öldüm mü, kabirde miyim?" diye düşündü. "Eğer böyleyse, birazdan Münker ve Nekir gelip beni hesaba çekecekler" dedi. Hayatını tekrar tekrar gözden geçiriyordu. Karanlık tarafları ne kadar da fazlaydı. "Allah'ım!" diye haykırdı. "Allah'ım hatalarımı bağışla!" Yalvarmaları, zaman zaman iniltiye dönüşüyordu.

Selçuk hayatın bulanık sularında yüzerken karşısına birden Murat çıkmıştı. Murat gitmiş olduğu dershanenin edebiyat öğretmeniydi. Nedense Murat öğretmene içi ısınmıştı. Murat öğretmende arayıp bulamadığı, bulduğunda ise adını koyamadığı bir şeyler görmüştü. Murat, Selçuk'un ruhundaki bir çok derdin devası olmuştu. Selçuk, öğretmeni sayesinde âdeta yeni bir hayata doğmuştu. Murat'a sevgisinden dolayı, puanı birçok gözde mesleğin okullarını tutarken o öğretmenliği tercih etmiş, aynen Murat gibi edebiyat fakültesini kazanmıştı.

Selçuk, üniversite yıllarında yoğun bir okuma temposu içine girmiş, hayatın bilmeceye benzeyen sırlarını yavaş yavaş çözmeye başlamıştı. Dünyanın gâyesiz bir mekân olmadığını, her şeyi bir ölçü dahilinde tasarlayan Yaratıcı'nın, insana da bazı yükümlülükler verdiğini anlamıştı. Hayatını bu çizgide yaşamaya karar vermişti. Selçuk'taki bu değişikliği gören arkadaşları zaman zaman ona takılırlardı. O da onlara; "bohem tüneklerinin baykuşu olmaktansa, yaşatma zevkini yaşama zevkinin önüne geçirenlerden oldum." diyordu. İdealindeki kişilik Murat'tı. Nasıl Murat öğretmen kendisine hayatın sırlarını gösteren yolu açmışsa, o da kendisi gibi binlerce insana bu yolun kavşaklarında rehber olacaktı.

Bu duygularla meslek hayatına atıldı. Artık o da Murat öğretmen gibi bir dershanede çalışıyordu. İlk yılını birikimlerini pratiğe dökmekle tamamladı. Selçuk, çalıştığı dershane bir turizm kentinde olduğundan, zamanla kendinde bazı eksilmelerin olduğunu hissediyordu. Fakat bu eksilmeleri engelleyecek önlemleri de bir türlü almıyordu. Zamanla bu çıbanlar büyük bir yaraya dönüşmeye başlamıştı. Yapmış olduğu işleri almış olduğu ücretle karşılaştırıyor, "bu kadar para için bu zahmetlere katlanılmaz" diyordu. İkide bir tenkit ediyor, yapmış olduğu işin bir gönül işi olduğunu unutarak, her şeye kendince bir izah, bir yorum getirmeye çalışıyordu. İşin daha da vahim tarafı kaymış olduğu noktanın tehlikelerini görememesiydi.

Son günlerde "askere gideceğim" diye tutturmuştu. "Askerliğimi bitirip bir an önce evlenmeliyim", diyordu. Çalışmış olduğu kurumda her ne kadar ona bu dönem çok ihtiyaçları olduğunu anlatmışlarsa da, o bir fikr-i sabit olarak "ille de askerlik" diyordu. En son bir büyüğü son defa fikrini sorduktan sonra, gönülsüz bir biçimde "tamam hocam, gidebilirsin" demişti. Ama bu ifade Selçuk'a bir izin vermekten ziyade "istifa ettirildin!" demek gibi gelmişti.

Tünelin içinde dudaklarından çaresiz bir şekilde "istifa ettirildim!" diye acı bir çığlık koptu. Karanlık, ruhunu iyice sıkmıştı. Duvarlar üzerine geliyor, tavan aşağı iniyor, oturduğu yer onu ateş gibi yakıyor, nefes alıp vermekte zorlanıyordu. Midesi bulanıyor, gözlerinden damla damla yaşlar dökülüyordu. Bütün vücudu sırılsıklam olmuştu; "istifa ettirildim!" diyordu "mukaddes bildiğim değerlerden." Kendini ihanet etmiş biri gibi görüyordu. "İstifa ettirildim her şeyden, istifa ettirildim! Şimdi de hayattan istifa ettiriliyorum." diyordu. Feryatları tünelin içinde yankılanıyordu. "Allah'ım her şeyden istifa ettirildim, Allah'ım bana yardım et, beni rahmetinden istifade ettir." Yakarmaları kelimeleri aşmış bütün benliğiyle haykırıyordu: "Allah'ım bana yardım et!"

- "Selçuk, Selçuk !"

- .......

- "Haydi kalk, sabah namazı geçiyor."

Selçuk birden yatağından fırladı. Seslenen ev arkadaşı Alper'di. Bütün vücudu ter içindeydi. Boğazı kurumuştu, hızlı hızlı nefes alıp veriyordu. "Demek ki bütün yaşadıklarım bir kâbusmuş!" dedi. Derin bir oh çekti, arkasından alçak bir sesle, "Zaten hayat da dünya tünelinde görülen uzunca bir rüya (veya bazen de bir kâbus) değil mi?" dedi.
Facebook'ta Paylaş
dostumvar anasayfa Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol