ARKAPLAN RENGİNİ SİZ SEÇİN...

dostumvar

SENİN YERİN

   
Osman ALAGÖZ
       
Günlerdir içinde kopan fırtına nihayet dinmişti.

Kendince uygun gördüğü bir karar vermişti. Şu an çalıştığı okuldan ayrılacak, yeni bir okula geçecekti.

Verdiği kararın ne derece doğru olduğunu düşünmek istemiyordu. Sadece, içinde kopan fırtınanın, kendisini yiyip bitiren kararsızlığın ortadan kalktığına seviniyordu.

Son gelişmeleri hanımıyla da paylaşmak istiyordu. Fakat belediyenin yeni restore ettiği tarihî hana gidip bir ikindi çayı içmeyi düşündü.

Büfeden aldığı İngilizce dergi ve gazeteyi koltuğunun altına sıkıştırdı. Hanın iç avlusunda hem çayını yudumlayacak, hem de aldığı gazete ve dergiyi karıştıracaktı. Çaycı artık kendisini çok iyi tanıyordu. Hayatın kargaşasından bunaldığı günlerde, haftada en az iki üç kere buraya uğradığı için aralarında bir tanışıklık başlamıştı. Artık, "Hocam, çayınız açık mı olsun, demli mi?" diye de sormuyordu ilk geldiği zamanlarda olduğu gibi. Öğrenmişti az şekerli ve açık çayı sevdiğini. Yine öyle oldu. Uzun boylu, cılız yapılı çaycı: "Hoş geldin hocam!" dedikten sonra elindeki açık çayı bırakıvermişti sehpaya. Çaycının böyle davranmasına şaşırmadı.

Çayı alırken teşekkür etti... Elindeki dergi ve gazeteyi öylesine karıştırmaya başladı. Bir şeyler öğrenmek için okuyor havası yoktu. Zihni hâlâ verdiği karardaydı. Alnının kırışıklığından ve gözlerinin derinliklerinden, içindeki dalgalanmalar anlaşılıyordu. Dikkatini tam olarak toparlayamadığı belliydi.

Biraz rahatlamak istiyordu... Vazgeçti elindekileri okumaktan. Düşünmek, dahası hayal kurmak istiyordu. Tarihî handa telâşla sağa sola koşturup duran insanları dalgın dalgın seyrediyordu. Fakat hayal dünyası, kendisini hiç vakit kaybetmeden toz pembe yanlarıyla sarıp sarmalamıştı bile. Tatlı bir rehavet hakim oldu bütün benliğine.

Yeni anlaştığı okulda alacağı maaş, eski okulunda aldığından iki kat fazla olacaktı. Bu parayla, şimdiye kadar ödemekte zorlandığı kooperatif taksitini ve üniversitede okuyan oğlunun masraflarını çok rahat karşılayabilecekti.

Evin taksitleri biter, bir de oğlu memuriyete geçerse sıra arabaya gelecekti. Artık gittikçe gelişen ve kalabalıklaşan bu şehirde, araba da şart olmuştu hani. Şehrin geniş caddelerinde bir sel gibi akan trafikte kendisinin de bir arabası olmalıydı.

Kurduğu hayaller hoşuna gitti. Hafiften tebessüm etti. Elinde tuttuğu bardağın ne zaman boşaldığının bile farkına varamadı. Bir çay daha istedi.

Sonbaharın bu ilk günlerinde, yaz mevsiminin sıcaklığı hâlâ devam ediyordu. Hanın ortasında bulunan asırlık çınar ağacının gölgesinde oturmakla, biraz olsun kendisini güneşten korumuş oluyordu. Çınar ağacının iri yapraklarından damlayan güneş ışığının parıltıları çayın sıcaklığıyla karışınca, içinden şairce duyguların geçtiğini hissetti.

İlk gençlik yıllarında aşka dair hissettiği duyguların bir kalıntısı gibiydi şu an hissettikleri.

Zamanın bu mekânda çok hızlı geçtiğini hep söylerdi. Yine öyle oldu. Nasıl içtiğini fark edemediği birkaç bardak çay gibi, zaman da su gibi akıp geçmişti işte yine.

Artık, eve dönme zamanıydı. Gidip hanımına da müjdeli haberi vermeliydi. O da sevinsindi. Zaten evlendi evleneli günyüzü görmemişti. Hep borç harç içinde yaşamıştı zavallı.

Bu sefer eve giderken otobüse binmek istememişti. Bir taksi tutup gitmeyi düşündü. Ne de olsa bugün sevinçli bir gündü kendisi için.
Akşam yemeğinin hazırlığıyla meşgul olan hanımı kendisine "hoş geldin" der demez izin isteyip mutfağa yönelmişti. O da arkasından mutfağa geçti. "Hanım, sana iyi bir haberim var." deyiverdi sevinçle.

Tencereye koyduğu soğanları kavurmakla meşgul olan hanımı, "Hayırdır!" diyerek eşine döndü. Bakışlarından, ilk cümlenin devamını beklediği anlaşılıyordu. Şöyle bir açıklamada bulundu: "Yeni bir okulla anlaştım. Çok iyi bir maaş teklifinde bulundular. Artık biz de rahat yüzü göreceğiz."

Hanımı ocağı kıstı, tencerenin kapağını kapattı. Eşine biraz daha yaklaşarak: "Ama diğer yerden de memnundun. Orada bir düzenin ve huzurun vardı. Peki ya şimdi aynı huzuru bulabilecek misin yeni yerinde?" dedi.

Hanımı, eşinin verdiği habere çok sevinmişe benzemiyordu.

"Sen iyi olduktan sonra herkes iyidir. Ben de başta biraz tereddüt ettim ama, problem olacağını hiç zannetmiyorum." diyerek savunmaya geçti.

Hanımı, "Hayırlısı..." diyerek tekrar yemeklerle meşgul olmaya başladı.

Akşam ezanı okunuyordu. Mutfaktan çıktı. Üstünü değiştirip akşam namazı için hazırlık yapmaya başladı.

Ertesi gün, eski görev yaptığı yere giderek, yeni dönemde kendileriyle çalışamayacağını, aslında çalışmak istediğini; fakat ekonomik şartların buna elvermediğini söyledi.

Müdür Beyin yüzündeki mütebessim ifade dağılıverdi. İngilizce dersi gibi az öğretmenin olduğu bir branşta, yeniden birilerini bulmak pek de kolay olmayacaktı. Burası özel okuldu. Yeni bir sezona başlarken eksik bir kadroyla öğrencinin karşısına çıkarlarsa hiç de iyi olmazdı. İnsanlar öğrencilerini kendilerinin eğitim ve öğretimdeki hassasiyetine güvenerek göndermişlerdi. Şu an ise bu güveni sarsabilecek bir durumla karşı karşıya idiler.

"Hocam, siz kendi açınızdan haklı olabilirsiniz; fakat biz size güveniyorduk. Onun için de kimseyle anlaşmadık. Doğru, biz başkaları kadar size tatmin edici bir ücret veremiyoruz. Ama siz de biliyorsunuz ki biz, öğrenciden aldığımızı yine öğrenciye daha kaliteli bir eğitim vermek için harcıyoruz. Yine de siz
bilirsiniz..."

Müdür Beyin biraz tepki göstereceğini zaten önceden tahmin etmişti. Eh, olacaktı o kadar. Fazla önemsemedi. Konuşma sırasında soğuyan çayını da yudumlayıp izin istedi.

Okulların açılmasına daha iki hafta vardı. Fakat hemen hemen her gün, öğretmenler okula uğruyordu. Yeni döneme ait yıllık plânlar, programlar yapılıyor; toplantılar düzenleniyordu.

Yeni okulunda meslektaşlarını tanıdıkça, içinde kendisini rahatsız eden bir şeylerin varlığını hissetmeye başladı. Pek de kafa dengi insanlar değillerdi açıkçası. En ufak boşluklarda, toplantı aralarında herkes borsadan, tuttuğu takımın yeni transferlerinden bahsediyordu. Kimileri idarecilerin olmadığı yerlerde, okulun verdiği ücreti az bulduğunu bile rahatlıkla söyleyebiliyordu. İnsanî münasebetler, samimiyetten uzak bir havadaydı...

Oysa eski çalıştığı yerde böyle değildi öğretmenler. Onların yanında kendisi biraz yaşlıca sayılırdı. Okul müdürü de dahil, herkes kendinden gençti. İsminin sonuna, bir "ağabey" sıfatı ekleyerek hitap ederlerdi.

Toplantılarda, idealist olmanın heyecanıyla coşan genç öğretmenlerin beyin fırtınaları doldururdu ortalığı. Orijinal fikirler gün yüzüne çıkardı. O genç öğretmenlere imrenirdi. Ya şimdi... Öğrencilerin başarısı göstermelik konuşuluyor, yeni döneme ait çok ciddi fikirler söylenmiyordu. Herkes, toplantılar biran önce bitse de evimize gitsek diye düşünüyordu. Okul müdürünün kurul tutanaklarına geçen konuşmaları bile, yıllanmış ifadeleri andırıyordu. Klasik düşüncelerdi söylenenler. Soğuk ve bir o kadar da resmi...

İki kişinin karşılıklı restleşmesiyle, kendisini saran düşüncelerden sıyrılıverdi. Dikkatini hemen toplamaya çalıştı. Sonuçta kendi iyi olmalıydı. Başkalarının kötülüğü, kendisinin meslekî başarısına elbette gölge düşüremezdi, düşürmemeliydi de. Buna fırsat vermemeliydi.

Fakat toplantının tartışmayla sona erdiği o günden sonra yer yer, "Acaba buraya geçmekle iyi mi yaptım yoksa kötü mü?" diye düşünmekten kendini alamıyordu. Bir taraftan da eski çalıştığı kuruma vefasızlık etmiş olduğu düşüncesi, içinde burukluk oluşturuyordu. İşin doğrusu, hâlâ düşünce dünyasındaki gelgitlerle boğuşuyordu.

Kara ikliminin hakim olduğu şehirde, sonbaharın ilk soğukları geceleri kendini hissettirmeye başlamıştı. Yazın bunaltıcı sıcağında uyumakta zorlanırken, şimdilerde uykular da bir serinliğe bürünmüştü.

Sabah namazına ilk önce hanımı kalkar, sonra da kendisini uyarırdı. Uykusu ağırdı. Kendine gelmesi zaman alıyordu. Fakat bugün öyle olmadı...

Her gün erkenden kalkan hanımı, bugün kocasının hıçkırıklarıyla uyandı. Biraz da telâşlanmıştı. Hıçkırıkların sebebini sormaya çalıştı titreyen sesiyle. Eşi cevap vermedi, veremedi. Daha da artan hıçkırıklar, farklı tonda verilen birer cevap gibiydi. Omuzlarından şefkatle tuttu: "Söylesene Allah aşkına, ne oldu?"

Neden sonra kesik kesik konuşmaya başladı. Dudaklarından zorla çıkan birkaç kelimenin arasında, hıçkırıklar artıyor, kesilince tekrar konuşmaya başlıyordu: "Bu gece rüyamda Peygamber Efendimizi gördüm!"

Sözün gerisini getiremedi... Yutkundu, sağ elinin baş ve işaret parmağıyla gözyaşlarını silmeye çalıştı.

"Yüzü biraz sertti. Bana kırgınlığını hissedebiliyordum. Sonra beni kucağına aldı, eski görev yaptığım okulun merdivenlerine bıraktı. 'Artık senin yerin burasıdır. Sen vefasız olamazsın.' dedi."

Biraz kendine gelmişti. Rüyayı eşiyle paylaşınca rahatlamıştı.

"Bey, işin doğrusu benim de gönlüm pek razı değildi oradan ayrılmana. Varsın maddi sıkıntılarımız olsun. Değil mi ki, kalbin huzurlu; ne ehemmiyeti var! Bu düşüncelerimi sana bir türlü diyememiştim. Çok şükür, Rabb'im seni seviyormuş ki, Kâinatın Efendisi Sevgili Peygamberimiz�i rüyada da olsa, bir uyarıcı olarak sana nasip etmiş."

Abdest almak için kalktılar...

Ömründe böylesine güzel bir namazı ilk defa kıldığını düşündü. Hafif kımıldayan dudaklarından âyetler dökülürken, hayalinde Kainatın Efendisi'nin görüntüsü vardı. Kırılgan bakışı silmek istiyordu zihninden. Gözyaşıyla ıslanan kirpiklerinin arasından, acaba Efendimiz'e ait sıcak bir tebessüm yakalayabilir miyim diye hayal ediyordu.

Güneşin biran önce doğmasını, zamanın su gibi akıp geçmesini istiyordu. Hiç vakit kaybetmeden gidip anlatmalıydı rüyasını. Yüzüstü bıraktığı insanların gönüllerine kutlu bir rüya ile gelen hakikatin o tatlı fısıltısını duyurmalıydı.

Evet, gidip anlatmalıydı...

Ve ben artık ömrünün sonuna kadar sizinle çalışacağım demeliydi...
Evden çıkarken, ışıl ışıl parıldayan güneşin ilk defa böylesine güzel olduğunu fark etti. Tıpkı aydınlık bir rüyanın sabahında kıpır kıpır olan yüreği gibi...
Facebook'ta Paylaş
dostumvar anasayfa Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol