ARKAPLAN RENGİNİ SİZ SEÇİN...

dostumvar

CAN ERİK

Mustafa GÜMÜŞ 


Bir ilkbahar günüydü. Güneş parlamış, toprağı ısıtıyor, havaya belli belirsiz bir ılıklık veriyordu. Tek tük göçmen kuşlar dönmüş, yuva yapacak yer arıyordu. Uzaklarda, ovanın üstünden buğular yükseliyordu. Toprağa düşen cemre; içime bir heyecan doldurmuş, damarlarımda hayat sıvısı canlanmaya başlamıştı. İçim içime sığmıyordu. Uzakta akan derenin sesi, kuş cıvıltıları içime bir sevinç dolduruyordu. Tatlı hayaller gelirdi. Tanımadığım iki kişi bana doğru geliyordu. Bağıra çağıra tartışıyorlardı. O fidandan bu fidana işaret koyuyorlardı. Ansızın içimi bir korku sardı. Derken karşıma gelip durdular. İri yarı olanı ellerini tulumunun ceplerine koyarak hafifçe beni süzdü ve yanındakine:
- Evet, bu da uygun.

Diğeri elindeki fırça ile gövdeme birbirini kesen iki çizgili işaret koydu. Umursamadan uzaklaştılar.

Bir anda dünya tersine döndü sandım. Ölüm korkusuna benzer bir korku yerleşti yüreğime. Hayallerim ne olacaktı? Yaşamak bitmiş miydi benim için? Gün görmeden... Bir ereğe varmadan... Parlayan şu güneşe, yemyeşil ormana, karşımda uzayıp giden ovanın sonsuzluğuna doymadan...

Korktuğum başıma geldi, iki adam ellerinde kazma kürekle bana yaklaştı. İşaretledikleri diğer fidanlar gibi beni de sökeceklerdi. Beni besleyen topraktan ayrılacaktım.

Oysa uzun bir hayat düşlüyordum. Dallarım gökyüzüne uzanacaktı. Her bahar göçmen kuşlar, uzak mı uzak ellerden yorgun argın dönecek, bana sığınacaklardı. En güzel balı yapmaları için arılara milyonlarca çiçek sunacaktım. Ürkek sincaplar dallarımda güvenle uyuyacaktı. Renk renk kelebekler uçuşacaktı çevremde. Şu çorak ocağın yeşillenmesi için esen yele tohumlarımı verecektim. Küçücük yürekleri çarptığında minik serçelerin, soluğu dallarımın arasında yayılacaklardı.

Sıra bana geldi. Soğuk metal, incecik köklerimi bıçak gibi kesti. Beni toprağa bağlayan bağlarım birer birer koptu. Diğer fidanlarla birlikte beni mazot kokan bir kamyonete koydular. İlk yolculuğum başladı. Benimsediğim, kendimi bir parçası saydığım bu yerden ayrılıyordum. Nedenini bilmeden. Tek bildiğim bilinmez bir yarının beni beklediğiydi.

Yolculuk kısa sürdü. Kamyonetin homurtuları durduğunda kalabalık bir yere geldiğimizi gördüm. Bizi indirdiler; toprakla, hayatla bağları kopmuş binlerce fidanın arasına. Bütün korkularıma rağmen burada olmak, içimde yeni bir umut yeşertti. Burası benim için yeni bir başlangıç olabilirdi.

Bir sabah ufak tefek, zayıf, yanakları içe çekmiş, elleri nasırlı bir adam geldi. Belirsiz bakışlarla bize bakıyordu. Adam nasırlı elleriyle gövdemden tutup beni yukarı kaldırdı. Baştan aşağı beni süzdü, o nasırlı elleri dallarımda gezindi. Genç satıcıya dönerek:

- Bu olsun.

Umutlarım yeniden yeşerdi. Artık toprağa, yaşamaya kavuşacağımı biliyordum. Bu kez eşeğin sırtında yolculuk başladı. Her adımın beni yaşamaya yaklaştırdığını hissediyordum. Akşama doğru kendimi toprak damlı bir evin bahçesinde buldum. İki çocuk, aralık duran kapıdan fırlayıp dışarı çıktı. Babalarının geldiğine çok sevindiler.

- Bize ne getirdin baba?

- Erik... Can eriği.

Adını çok sevmiştim: 'Can eriği'

- Bu zamanda erik olur mu?

Elleri nasırlı adam, beni eline alıp gösterdi:

- Bu büyüyünce erik verecek.

Büyük oğlan bozuldu. Küçüğü sevinçle atılıp beni eline aldı.

- Hemen dikelim baba...

Çok geçmeden yeniden toprağa kavuşmuştum. Küçük çocuğun kuyudan çıkararak döktüğü can suyu yeniden yaşamımı başlattı. Baba, büyük bir sevinçle:

- Bu ağaç senin Yusuf. Sen yetiştireceksin. Suyunu eksik etmezsen çabuk meyve verir.

Demek adı Yusuf'tu. Onunla arkadaş olacaktık... Yusuf, dünyalar kendisine bağışlanmış gibi heyecanlıydı. Bana hayran hayran bakıyordu:

- Yetiştiririm baba. Ona her gün su vereceğim.

Yusuf'u şimdiden toprak kadar sevmiştim. Bu köy ağaçsız, susuz bir köydü, görüldüğü kadarıyla. Burada büyümek, serpilmek belki zordu ama ne de olsa Yusuf gibi bir arkadaşım vardı. Her yaz ona meyve verme düşüncesi şimdiden beni heyecanlandırdı. Bütün yorgunluğuma, yaşadığım onca korkuya rağmen o gece toprağa kök salmıştım bile.

O günden sonra Yusuf'la arkadaş olmuştum. Okula gitmeden önce eline bazlamasını, peynirini alır yanımda yerdi. Sıska kollarıyla ipi kuyuya salar, su çekerdi. Okul dönüşü önce bana uğrardı. Zarar görüp görmediğime, büyüyüp büyümediğine bakardı. Kitabını, defterini alır yanımda ders çalışırdı, öğrendiklerini bana da anlatırdı.

- Can erik seni öğretmenime anlattım.

- Can erik sıkıldın mı?

- Can erik, bugün öğretmenimin sorduğu soruyu bildim. Beni çok sevdi.

- Biliyor musun, seni arkadaşlarıma anlattım, onlar da seneye ağaç dikecekler.

- Sen herkese örnek oldun can erik.

- Bugün, bitkilerin bize oksijen ürettiklerini öğrendim.

- Büyüyünce ziraat mühendisi olacağım can erik. Korkma seni bırakmam, okulu bitirince burada bir bahçe yetiştiririm.

Bende gördüğü her gelişmeyi sevinçle evdekilere söylüyordu.

- Can erik budak patlattı.

- Yaprak açtı.

- Can eriğin boyu beni geçmiş!

- Böyle giderse seneye meyve verir!

Bu sevinci gördükçe bir an önce büyümek istiyordum. Yusuf'a meyve verdiğim gün, kendimi en mutlu ağaç sayacaktım. Damarlarımda gezen kan böylece onun damarlarında da gezecekti. Kan kardeşi, can kardeşi olacaktık. Meyvelerimi yedikçe onun yüzüne kan gelecekti. O da gelişip serpilecekti.

Bir sabah uzaktan beni görünce, bir sevinç çığlığı kopardı:

- Baba, anne! Can erik çiçek açmış! Hasan! Koş bak! Can erik çiçek açmış! Bu sene meyve verecek! Baba, bak! Çiçek açmış, çiçek açmış. Koşun! Çiçek açmış! Ben demedim mi? Çiçek açmış! Meyve verecek! Hey, çiçek açmış!

Bir bana koşuyor, dayanamıyor, bir kapıya kadar koşup bağırıyor, zıplıyordu.

Diğerleri de gelip baktı. Gülümsediler. Hepsi de sevinçliydi. Yusuf'un sevinci günlerce sürdü.

Bir ay geçmeden, çiçeklerimin yerini mini mini çağlalar aldı. Ne kadar istiyorum Yusuf'un koparıp yemesini. Ama o, kıyamıyor, olgunlaşmasını bekliyordu meyvelerimin. Onun korkusundan kimse de koparamıyordu. Ben de bir an önce meyvelerimi olgunlaştırmak için var gücümle çalıştım. Yapraklarımı olabildiğince genişleterek güneşin bütün ışığını emmeye çalışıyordum. Köklerimi toprağın derinlerine salıyordum.

Meyvelerimin yumuşamaya yüz tuttuğu bir akşam, evde bir gariplik oldu. Önce Yusuf'un annesi bir ağıt tutturdu. Dövüne dövüne ağlıyordu. Bütün köy eve toplandı.

Yusuf gelse bana ne olup bittiğini anlatırdı. Ama ortalıkta yoktu. Babası da görünmüyordu. Derken bir kamyon geldi. El birliği ile ev boşaltıldı, kamyona yüklendi. Çok geçmeden yalnız başıma kalakaldım.

Sabahleyin köyün muhtarı, öğretmen ve üç jandarma geldi. Eve girip çıktılar. Konuşmalarından "kan davası" sözü dışında hiç bir şey öğrenemedim. Yusuf nereye gitmişti? Babasına ne oldu? Bilmiyordum. Onlar gidince köyün çocukları başıma üşüştüler. Dallarımı kıra kıra, kavga ede ede Yusuf için hazırladığım çağlalarımı toplayıp gittiler. Yusuf'un bir tanesine bile kıyamadığı çağlalarımı... Bir saat içinde körpeliğimden eser kalmamıştı.

Bütün olanlara rağmen ümidimi yitirmemiştim. Bir gün Yusuf gelecekti. Belki de büyümüş olarak, belki de mühendis olarak... Belki de bir gün, şu, yana yatmış dalıma bebeği için bir salıncak yapardı... Bu hayalim otomobilli bir çift gelinceye kadar sürdü. Önce eve uzaktan baktılar. Sonra gölgeme gelip durdular. Adam:

- Yeni evimiz burada olacak. Kadın beni göstererek:

- Bak bey! Bak kışlık odunumuzu da bırakmışlar.

Facebook'ta Paylaş
dostumvar anasayfa Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol