ARKAPLAN RENGİNİ SİZ SEÇİN...

dostumvar

AHDIM OLSUN

 

Ahdim Olsun
Mehmet BİLBEN 


Yeğenim Ahmet askerden gelmiş, onu görmeye gidiyoruz. Arabayı yavaş kullanıyorum. Kaldırımlar bugün kalabalık... Herkesi; onun gibi, deniz mavisi gözlü ve kumral saçlı görüyorum. Bir kışlanın önünden geçiyoruz. Orada nöbet tutan bir asker var. Maziye kök salmış bir millete aidiyetini hissettiren tavırlarıyla bana onu hatırlatıyor.
Çok dalmışım herhalde. Mırıldanmış olmalıyım ki, hanım; "Ne oluyor bey sana böyle?" diyor.
"Yok bir şey!" diyorum.
Dikkatimi yola veriyorum. Eşim bir şey söylemeyeceğimi anladığından üstelemiyor.
Eve vardık. Ahmet'in muzipliği üstünde; askerlik anılarını anlatıyor. İkramlardan biri geliyor, biri gidiyor. İyi vakit geçiriyoruz. Bir ara hanım yoldaki dalgınlığımı hatırlatıp, "Yolda ne oluyordu sana öyle?" dedi. Orada bulunanlar dalgınlığımı merak etmeye başladı. Ben yine onu hatırladım. Boğazıma bir şey tıkanır gibi oldu. Dokunsalar, çocuk gibi ağlayacaktım. Yaşadıklarımı anlatmadan yakayı kurtarmam mümkün olmayacaktı. Anlatmaya başladım:
Askerde Mustafa isminde bir arkadaşım vardı. Kumral saçları, mavi gözleri ve düzgün Türkçesiyle dikkat çekiyordu. Mustafa'yla yakınlık kurdum. Kısa zamanda birbirimize ısındık, sırlarımızı açtık. Arkadaş çevresinden dolayı liseyi yarıda bırakmıştı. İzmirli, orta halli bir ailenin tek evlâdıydı. Onun dinî bilgisi yok denecek kadar azdı. Ancak dinini yaşama arzusu vardı. Öğrenmek için sorular soruyor, ben sorularına ailemden aldığım dinî bilgilerimle cevap vermeye çalışıyordum. Bunları olumlu karşılar ve üzerinde derin derin düşünürdü. Arayış içindeydi. Pazar izinlerimizin birinde şehrin Selçuklulardan kalma ulucamisine gittik. Beraber namaz kıldık. Ya Rabbi! Güneşin üzerinde doğup battığı her şeyden daha hayırlısına vesile olmak ne hoştu.
Bir gün kantinde oturmuş çay içiyordum. Yanıma oturdu. Üzerinde bir tedirginlik vardı. Önemli bir sorusunun olduğunu söyledi. Cevaplayabileceğimi düşünerek sormasını istedim. O, başka birinin kendisine bu soruyu sorduğunu ve içinden çıkamadığını söyleyerek soruyu tekrarladı: 'Her şeyi Allah yarattı, peki (haşa) Allah'ı kim yarattı?'
Böyle bir soruyu hiç düşünmemiştim. Aklıma bir şey gelmiyordu. Bildiğim ne varsa hatırlamaya çalıştım. İnandığım değerleri açıklayamaz duruma düşmüştüm. Çok sıkıldım. Mustafa'ya baktım. Cevabımı bekliyordu. Ben ise sadece sustum. Sonraları Mustafa'nın buna benzer çok sorusu oldu. Bunlar, kafasını karıştırmak niyetiyle başkalarının kendisine yönelttiği sorulardı. Ailemden aldığım bilgilerde ise, bu sonraların cevabı yoktu. Öylece terhis olduk.
Askerlik biteli bir ay olmuştu. Bir gece Mustafa'yı rüyamda gördüm. Birileri onu yaka paça götürüyordu. 'Nereye götürüyorsunuz?' dedim. Götürenler konuşmadı. Mustafa sitemli sitemli baktı ve şöyle dedi: "Bir bahçe gördüm. İçinde ırmaklar ve saraylar vardı. Bahçede çaylarını yudumlayan, kitap okuyan ve muhabbet eden insanlar gördüm. Bahçeye girmek, onlarla beraber olmak istedim. 'Olmaz buraya giremezsin. Senin yerin burası değil!' dediler." Bu sözlerden sonra Mustafa'yı kurtarmak istedim, ama kurtaramadan uyandım. İlkin rüya deyip geçtim. Ancak aynı rüyayı arka arkaya birkaç kez görünce, Mustafa'yı aramaya karar verdim. Numarayı çevirdim telefona sonradan Mustafa’nın annesi olduğunu öğrendiğim bir kadın çıktı:
"Mustafa ile görüşebilir miyim?" dediğimde, kadın ağlamaya başladı. Hıçkırıklar içinde; "Üç gün önce yavrumu vurdular." dedi.
Bir gece Mustafa arkadaşlarıyla afiş asarken vurulmuştu. Bu haber üzerine donakaldım. Sonraki günler benim için zor oldu. Mustafa ile ilgili hatıralar zihnimi kurcalıyordu. Kendimi vicdanen suçlu hissediyordum. Sorularına cevap verebilseydim, insanın yaratılış gâyesini bilecek, sonraki hayatını buna göre şekillendirecekti. Hem dünya ve ahiretini mahvetmeyecek, hem de annesini üzmeyecekti. Annenin telefondaki hıçkırıklarını hatırladıkça delirecek gibi oluyordum. Bu, günlerce devam etti. Nihayet bir arkadaşa açılmaya karar verdim. Açıldığım arkadaş, beni bir arkadaşına götürdü. Ona sıkıntılarımı, başımdan geçen hâdiseyi anlatarak Mustafa'nın can alıcı sorusunu sordum. Bunun üzerine kitaplığından bir kitap çıkarıp okumaya başladı:
"...Şu şundan, şu şundan, şu da şundan...' demek, herhangi bir meseleyi halletmek şöyle dursun, bilâkis, her şeyi içinden çıkılmaz hâle getirmektedir. Zira, böyle bir meseleyi mümkün görmek, tıpkı 'Yumurta tavuktan, tavuk yumurtadan...' düşüncesinin ilelebet sürüp gideceğine ihtimal verme gibi bir safsataya benzer ki; bunlardan tavuk veya yumurtayı, Kudret-i Sonsuz, Ezelî bir Zât'a vereceğimiz ana kadar, iddialar hep mesnetsiz sayılır. Aksine, bunlar varlığı kendinden olan Yüce Yaratıcı'ya isnat edilince mesele birden aydınlığa kavuşur. Ondan sonra, tek bir hücre olarak yumurtanın yaratılmış olması veya kendi neslini devam ettirmek için tavuğun yaratılmış bulunması ve yumurtanın ondan çıkması arasında fark yoktur.
Şimdi bir misalle bu hususu aydınlatmaya çalışalım: Meselâ ben; arka ayakları olmayan bir sandalye üzerinde oturuyorum. Sandalye, düşmemesi için, kendisi gibi bir diğer sandalyeye dayandırılmış, o da bir başkasına... İlâ nihâye devam edip gidiyor. Bu hâl, zaman ve mekânlara sığmayan rakamlarla sürüp gitse de, arka ayakları olan ve yere tam oturan bir mesnede dayandırılmadıktan sonra, işi zincirleme uzatıp durmak, sandalyeye arka ayak olamayacaktır.
Bir başka misal: Önümüzde bir sıfır olduğunu düşünelim. Bu sıfır, solundaki bir rakamla omuz omuza gelmedikten sonra, mücerret (soyut) sıfırların çoğaltılması katiyen ona bir değer kazandırmayacaktır. Trilyon defa trilyon sıfırlar peşi peşine sıralansa dahi, kıymet yine sıfır olacaktır. Ne vakit soluna bir rakam konulacak, işte o zaman sıfır da solundaki rakama göre bir kıymet alacaktır. Bu, şunu ifade etmektedir: Bir şeyin müstakilen varlığı yoksa ve kendi kendine kâim değilse, kendisi gibi muhtaçların ona varlık bahşetmelerine ve esas olmalarına imkân yoktur. Hep aynı şeye muhtaç ve aynı hususta âciz olanların bir araya gelmesi, ihtiyacı çoğaltma ve aczi artırmadan başka bir işe yaramaz.
Evet, her şey sonradan var olmuştur. Var edense Allah'tır. Allah, Allah olduğu için yaratılmamıştır. Yaratılan her şey mahlûk ve muhtaçtır. O ise, varlığı kendinden ve kimseye muhtaç olmayan bir Ganiyy-i ale'l-ıtlak'tır. Her şey gidip O'na dayanmakta, bütün karanlıklar izah edilemeyecek gibi görünen şeyler, O'nunla aydınlığa kavuşmaktadır.
Bunu da yine bir-iki basit misal ile izah etmeye çalışalım: Vücudumu ayaklarım taşıyor, ayaklarımı da zemin. Artık böyle makul bir taşıyıcı bulduktan sonra, bunun ötesinde yeni sebepler aramaya hiç de gerek yoktur. Hem meselâ; trenin en arkadaki vagonunu, onun önündeki hareket ettiriyor; onu da bir diğeri; onu da bir başkası; nihayet gelip lokomotife dayanınca, o, kendine has gücü, kuvveti, yapısı ve işleyişiyle, 'Kendi kendine hareket ediyor.' deriz."*
Kafamı kurcalayan sorunun cevabını almanın sevinci içindeydim. Ne diyeceğimi bilemeden dinliyordum. Arkadaş şöyle devam etti: "Bu tür sorularla insanları mânevî buhranlara sürükleyen 'asrın tereddütleri'ni gidermeye çalışmalıyız. Bunun için de ikna edici kitaplar okumalıyız. Okuduklarımızı başkalarına ulaştırmak için gayret etmeliyiz. Bu hakikatleri ulaştıramadığımız bir Mustafa'nın kefareti olarak yüzlerce Mustafa'nın elinden tutmalı, onlara yardım etmeliyiz."
'Evet' dedim. 'Bu benim ahdim olsun!'
...
Başımdan geçen hâdisenin anlatımını bitirdiğimde, herkes benimle beraber; "Bu benim de ahdim olsun!" diyordu.
Facebook'ta Paylaş
dostumvar anasayfa Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol