ARKAPLAN RENGİNİ SİZ SEÇİN...

dostumvar

KAYBOLAN IŞILTI

Fatma UĞURTAŞ 


Rüzgârın camlara davetsizce vurduğu bir kış gecesiydi. Yıldızlar başka göklere misafirliğe gitmişlerdi. Ay yorgun başını arasıra bulutların arasından uzatıyor, bakışlarını kurulayacak bir mendil arıyordu. Sokaklar yalnız ve sırılsıklamdı. Pencereye vuran irice damlalar, yağmuru aylarca beklemiş şehrin sakinlerine ıslak şarkılar dinletiyordu.
Uzun olduğu kadar bereketli bir gece başlamıştı Zehraların evinde. Saat henüz on biri gösteriyordu. Çocuklar uykunun tatlı kucağında mışıl mışıl uyuyorlardı. Eşi henüz eve dönmemişti. Çekmeceleri düzelteyim diye düşündü. Üzerindeki çaydanlıktan mis gibi çay tütsülenen sobaya yaklaştı. Oda, ne kadar sıcaktı. Bardağa doldurduğu çayın dumanı içini ısıtıyordu. Dışarıdaki soğuğu, depremzedelerin incecik çadırlarını düşündü. İki büklümdü, çayın nefaseti damağında dondu. "Rabbim, ne olur onlara yardım et!" diye inledi.

Çekmeceyi eline aldığında; "Ah bu çocuklar! Yine her şey karman-çorman olmuş!" diye gülümsedi. Eline ilişen mektupları düzenlemeye, büyükçe bir zarfa doldurmaya başladı. "Çiğdem" imzasına gözü takıldı. Hayal atına çoktan süvari olmuştu. Hatıraların konakladığı mekânlar gözlerinin önünde dans ediyordu, resimlerin içine dalıp dalıp çıkıyordu. Sevgi, hüzün, firak.. sözlüğün penceresinden kaçıp ona iltica etmiş, yakasını bırakmıyordu.

Çiğdem... Onunla gurbette karlı bir sabah tanışmışlardı. İlk düşündüğü şey: "Allah'ım ne güzel yaratmışsın!"

O beldede yaşayan Türklerin düzenlediği bir kültür faaliyetinde öğrenmişti ismini. Programdan sonra yanına gelmiş sıkılgan, çekingen bir ifadeyle, "Konuşmanız bana çok tesir etti. Mümkünse sizinle görüşmek isterim." diye kendini tanıtmıştı. Zehra'dan, "Elbette, ne zaman isterseniz." cevabını almıştı.

O günden sonra telefonlaşmışlar, birbirlerine gidip gelmişlerdi. Aralarında sevginin ılık ikliminde sıcak bir dostluk kurulmuştu. Bir akşam üstü Çiğdem, Zehra'yı arayıp, sabah dokuzda köprüde buluşmak istediğini iletti. Çok heyecanlıydı. Zehra nedenini ısrarla sormasına rağmen, o, "Bu bir sürpriz, yarını bekle lütfen!" diyerek telefonu kapadı.

Çok uzun bir geceydi. Zehra sık sık uyanıyor, arkadaşının sürprizini keşfetmeye çalışıyordu. Nihayet sabah beyaz güvercin kanatlarıyla ufka dokunmuştu. Doğruca buluşma yerine gitti. Hava çok soğuktu. Bir çeyrek erken gelmişti. Köprünün tahtalarına tutunup manzarayı seyretmeye başladı. Yer yer donmuş sular, karların altında hayatta kalmaya çalışan çimenler ne de güzel görünüyordu. Burası çok eskilerden kalma tahta bir köprüydü. Bu küçük şehri ikiye ayıran nehrin üzerine yapılmıştı. Bir tünel görünümünde muazzam bir sanat eseriydi. En önemli özelliği girişindeki küçük kestane dükkânıydı. Soğuk günlerde aradığınız bir avuç sıcaklığı bu dükkânda bulabiliyordunuz. Bu enfes koku başınızı döndürüyor ve bu sihirli davete mutlaka icabet ediyordunuz.

Zehrâ da öyle yaptı. Minik dükkânın penceresinden başını uzatarak, "Beş franklık lütfen!" diye seslendi. Satıcı kırmızı korların üzerinde iri iri gülümseyen bu muhabbet vasıtalarından bir kürek alıp, dizine vurarak açtığı kese kâğıdına doldurdu. Zehra sıcacık kese kâğıdını üşümüş parmaklarıyla sıkı sıkı kavradı ve kenardaki banka oturdu. Sıcaklığı ellerine, damağına ve gönlüne gönderen kestanelerin hakiki sahibini düşünerek, "Ve hüve meakûm, eyne mâ küntüm / Her neredeyseniz O, sizinle beraberdir." diye mırıldandı.

Tefekkürün esrarı, zihnine cennet dantelaları dokuturken, eldivenli bir çift elin, gözlerini kapamasıyla irkildi. "Sakın arkana dönme!" fısıltısıyla başını çevirdi. Yalvarırcasına; "Çiğdem, beni öldüreceksin. Bırak gözlerimi de yanıma otur, Allah aşkına neler oluyor, lütfen anlat!" dedi. Çiğdem, "Tamam tamam, sana acıdım." dedi ve oturdu. Zehra gözlerine inanamıyordu. Çiğdem melekler kadar duru, huriler kadar cazip yanıbaşında gülümsüyordu:

"Beğendin mi? Yakışmış mı? Bak yüzüme, ışıldıyor değil mi? Nineminki gibi. Dünden beri namaz kılıyorum. İçim içime sığmıyor. Lütfen söyle, bu örtü bana yakışmış mı?"

Çiğdem habire konuşuyordu. Zehra ise şaşkınlığın sükûtuyla sarhoştu. Sonunda kendine gelebildi. Güçlükle; "Sen zaten güzeldin, ama şimdi harikulâde görünüyorsun." diyebildi. Pembe bir ipek örtünün sardığı bu güzel baş gerçekten baş döndürücüydü. Pırıl pırıl parlayan ceylan gözler hâlâ yüzündeki farklılığı soruyordu: "Bak senin anlattığın secde ışığı artık benim yüzümde de var, değil mi Zehra, hadi söyle!..."

Zehra: "Allah daim kılsın Çiğdemim. Yüzündeki ışıltı iki dünyanı da aydınlatsın." diyerek ona sarıldı.

Artık daha sık görüşüyorlardı. Çiğdem bir yandan Kur'ân öğreniyor, bir yandan da bilgilerini zenginleştiriyordu. Yakınları onu üzüyordu. Onlara göre bu yaşta namazla niyazla uğraşılmamalıydı. İhtiyarlayınca yapardı. Çiğdem'i ne zaman sıkıştırsalar o doğruca Zehra'ya koşuyor, onunla konuşuyor, rahatlıyor, evine huzurla dönüyordu. Derken bahar geçti, yaz geçti. Zehra Türkiye'ye döndü. Mesafeler onları durdurmuyordu. Mektuplar, telefonlar hasretlerinin terennümünde onlara yardımcı oluyordu. Fakat zaman geçtikçe sabırlar tükenir olmuştu. Göze düşen ıraklık, gönle uzaklık veriyordu. Çiğdem, Zehra'nın mektuplarına cevap vermez; telefonlarına çıkmaz olmuştu. Bir gün Çiğdem'den telefon geldi. Zehra çok sevinmişti. Çiğdem ona önemli bir mektup yazdığını, bugün yarın eline geçeceğini söyledi. Zehra her sabah pencerede postacının yolunu gözlüyordu. Nihayet beklenen mektup geldi. Zehra dikkatle mektubu okudu, ve kahroldu. Sanki dünya başına yıkılmıştı. Günlerce "Çiğdem" diye ağladı, "Çiğdem" diye dualar etti. Kalbinin en yanık köşesine Çiğdem'in şu satırlarını kazıdı!

"Şimdi yüzümdeki ışık parlamıyor. Birkaç aydır yanıp yanıp sönüyordu. Nihayet tamamen söndü. Onu söndürdüm. Bunda senin de payın var. Gitmemeliydin, beni bırakmamalıydın. Ama üzülme. Buna dayanamam. Söz veriyorum; yaz gelince Türkiye'ye gelip evleneceğim. O zaman kimse bana karışamaz. Ve göreceksin yeniden cennet hayatıma geri döneceğim. Seccademe döneceğim. Sana söz veriyorum... Bana dua et, kaybettiğim güzellikleri tekrar bulabilmem için!..."

...

Ve yaz geldi. Zehra hep bir düğün davetiyesi bekledi. Postacı ne zaman sokaktan geçse pencereye koşuyordu. Fakat ne bir haber vardı gelen ne de bir ses. Temmuz ayının sonlarına doğru ümidini yitirmek üzereydi ki bir telefon geldi. Arayan Çiğdem'in babasıydı. Adam hıçkırıklarla bir şeyler anlatıyor fakat Zehra bir türlü anlayamıyordu: "Nasıl olur amca, mümkün değil!" kulaklarına inanamıyordu.

"Nikâha giderken kaza geçirdiler. Araba cayır cayır yandı. Nazar değdi kızıma... Gelinlik ona ateş oldu, yaktı."

Zehra telefonu güçlükle kapadı, öylece olduğu yere yığıldı. Hani evlenince seccadene dönecektin; yüzün yine ay ışıltılarıyla parlayacaktı... Söz vermiştin, söz vermiştin!...

...

Zil sesiyle irkildi. Saate baktı, gece yarısını çoktan geçmişti, kucağındaki mektupları yere bıraktı. Ağır adımlarla kapıya gitti. "Kim o?!" Gelen eşiydi. Kapıyı açtı. Eşi: "Kusura bakma çok geciktim. Hani yeni tanıştığım genç var ya çok dertli, bırakamadım... O yüzden geciktim, seni de beklettim."

Zehra iniltili bir sesle, "Hayır, hayır geç kalmadın. Ne olur onu bırakma... Ne olur bırakma..."

"Zehra sen ağlıyorsun!"

Gece hâlâ soğuktu. Yağmur hâlâ yağıyordu. Sokaklar hâlâ yalnızdı. Rüzgâr hâlâ camları sarsıyordu.

Facebook'ta Paylaş
dostumvar anasayfa Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol