ARKAPLAN RENGİNİ SİZ SEÇİN...

dostumvar

EY DAĞLARDA KOYUN OTLATANLAR

Mehmet SUCU 

Düşmanlar Aydın'ı ve İzmir'i işgal etmişti, adım adım bütün Ege elden çıkıyordu. Fransızlar başka yeri, İngilizler başka yeri, İtalyanlar başka yeri işgal ediyordu. Memleket baklava gibi dilimlenmiş, Yağma Hasan'ın böreği gibi, kapanın kaptığı elinde kalıyordu.
Evler, köyler, kasabalar yakılıyordu. Irz, namus, pay-i mal oluyordu. İşlenen cinayetler, yapılan zülüm, tüyleri diken diken ediyordu. İşte böyle bir ortamda halkın uyandırılması gerekiyordu. Ateş, sadece düştüğü yeri yakmamalıydı; yılanın başı küçükken ezilmeliydi. Mehmet Akif'in: "Henüz hakimiyetimize, istiklâlimize hatime çekilmemişken o mel'un, o vahşi düşmanların eline geçen yurtlarımızdaki dindaşlarımızın ne gibi muamele gördüklerini hiç mi işitmediniz? Ben buna imkân vermiyorum? Çünkü hatıra hayâle gelmez canavarlıklarla türlü türlü işkenceler altında öldürülen biçarelerin feryadı göklere kadar çıktı. Seller gibi akan masum kanlarının aksiyle ufuklar kıpkızıl kesildi. En katı yürekleri merhamete getiren o muhrik figânları, o acıklı enînleri sağırlar duydu. Hülagu'nun Bağdat'ta, İspanyolların Endülüs'te vücuda getirdiği feci menazırı andıran o dehşet numunelerini şenaat levhalarını gözler gördü, siz görmediniz mi?" gibi sözleri kalblerde ma’kes buluyor, vatanın kurtuluşu yolunda çalışmalar artıyordu. Bunun yanında düşmanların zulmü medeniyet postuna bürünmüş bedevileri bile; "Bu kadar da olmaz." dedirterek harekete geçirmişti. Bir yandan vatanın kurtuluşu uğrunda çalışmalar yapılırken, bir yandan da İngiliz, Amerikan, Fransız, İtalyan generallerinden oluşan Tahkik-i Mezâlim heyeti işgal kuvvetlerinin işledikleri cinayetleri araştırıyordu. Şimdi bu tahkik heyetinin karşısındaki bir efenin sözlerine Halide Edip'ten naklen kulak verelim:
"Efe, generallere baktı ve pürüzsüz bir sesle, asil bir tavırla:

-Safâ geldiniz paşalar, dedi.

Paşalardan birinin anlamadığı bir şeyler mırıldanmasından sonra Osmanlı zabiti:

-Aydın'da olanları anlat Efe dedi.

-İzmir'i düşman'ın bastığını duymuştum, diye başladı. Dükkanları, evleri soymuşlar, çoluk çocuk öldürmüşler, kadınlara sataşmışlar. Bunları çoktan duyduk; fakat bizim dağda koyunlarımız vardı, çobandık, bunları duyduk yine koyunlarımızı otlattık.”

Koyunlar da otlatılmalıydı tabi, ama gün koyun otlatma günü değildi. Aheste-revlik edilecek zaman değildi. Tüfekler kuşanılmalı, kamalar bele takılmalı, kızanlar toplanmalıydı. Ancak koyun otlatılıyordu. Uyanmalıydı koyun otlatanlar, uyarılmalıydı. İnsanlar Mehmet Akif'in: "Yanı başımızdaki din kardeşlerinizin mâtemine, felaketine karşı bu derecelerde lâkayt kalmak, Allah için olsun söyleyiniz revâyı hak mıdır? 'Müslümanların derdini kendine dert etmeyen Müslüman değildir.' diyen Peygamberimizin huzuruna acaba hangi yüzle çıkacaksınız. Geliniz Allah'ın merhametine sığınalım." sözlerine kulak vermeliydi. Ancak, henüz efeler uyanmamıştı. Felaketi kendilerine uzak görüyorlardı. Bir uzvun parçaları olan insanlardan ayağına batan dikenlerden incinmeyenler vardı. Ayaklar mı nasırlaşmıştı, kalbler mi katılaşmıştı? Hâlâ koyun otlatıyordu efeler, bunu kendisi tahkik heyetine; "Çiftliklere girmişler, ihtiyarları sakallarından sürüklemişler, gençleri parçalamışlar, mal mülk ne varsa kül etmişler, hayvanları alıp götürmüşler.. bunları duyduk yine dağda koyunlarımızı otlattık. İçeri doğru yürümüşler, toprak üstünde ne tütün fidanı ne buğday başağı bırakmışlar. Zeytinliklere inilmiş, bağlar çiğnenmiş, ağaçlardan incir, badem, yemiş dökülmüş, kokmuş; kimse malının başında kalmamış, kasabalar birer mahşer olmuş. Biz yine dağlarda koyunlarımızı otlattık." sözleriyle itiraf ediyordu, üzülüyordu belki, lâkin üzülmekle bir netice elde edilemeyeceği aşikârdı. Kamalar kından çıkmalı, piştovlar, çakaralmazlar patlatılmalıydı. Hindistan'daki, Pakistan'daki, Orta Asya'daki dindaşlarımız maddî, manevî kuvvetleriyle tesânüd, teâvün düsturuyla hareket ederken, efelerin yanı başındaki hâdiselere daha fazla kayıtsız kalması beklenemezdi.
Üzülmekle bir netice elde edilemeyeceğini, çevremizde olan bitenlerle alâkadar olunması gerektiğini safahat şairi şu sözleriyle ifâde ediyor:

"Vâ esefa ki cibilliyetsizlerimiz şark tarafına dönüp bakmayı medeniyetlerine zül saydıkları gibi, hamiyetlilerimiz de Müslümanların felâketine müteessir olmakla kendilerine vazifelerini ifâ etmiş nazarıyla bakıyorlar." Halbuki sadece müteessir olunmakla vazifenin ifâ edilemeyeceği aşikârdır. İnsanların çevrelerinde olup bitenlerle alakadar olması gerekir.

"Bir gün artık çok yakın gelmişler, işgalciler köyümüzden iki saat ötede Menderes köprüsünün başına nöbetçi koymuş dediler, biz o vakit köyde düşünmeye başladık."
Efe de alâkadar olmaya başlamıştı çevresiyle. Çünkü düşman kendi köyünün sınırına dayanmış, kendi çayının köprüsüne nöbetçi koymuştu. Efe'nin işi daha zorlaşmıştı besbelli. Kendi namusları tehlikedeydi, malları mülkleri, otlattıkları koyunları tehlikedeydi artık. Efe harekete geçmeye karar verdiklerini de şu sözlerle tahkik heyetine anlatıyordu:

"Bir cuma günü namazdan çıkmış kızanlarla eve gidiyorduk. Akşamın alaca karanlığında köye girerken, sırtlarda kuzuları otlatan kızlar alayla önümüze çıktılar, başörtüleri parçalanmış, saçları yolunmuş, üstleri başları toprak ve kan içinde, hepsi bir ağızdan ağlıyordu. Emmim kızı Kezban yırtık başörtüsünü çıkardı, suratımıza attı:

- Efe, dedi. Düşman İzmir'e girdi sustunuz; din kardeşlerimizi soydu, sustunuz; ne kan, ne can, ne ırz kaldı, sustunuz. Burnunuzun dibine geldi, yine başınızda oya elinizde tüfekle dağlarda eğlendiniz. Bizi bugün Menderes köprüsünün başındaki düşman neferleri yakaladılar. Koyunlarımızı aldılar, boynumuzdan altınları kopardılar, üstümüzü parçaladılar. Kadınlar hep bir ağızdan çığrışmaya başladılar. Emmim kızı Kezban'ın entarisi parça parçaydı, göğsünden kanlar akıyordu.

-Daha ne yaptılar diye sordular kızanlar, hep bir ağızdan haykırdılar."

Oysa soru sorulacak zaman değildi. Harekete geçmenin zamanı çoktan geçmişti! Zaman mücahede zamanı idi. Efelerin bu manzara ve hâdisat karşısında hissiyatlarının galeyana gelmemesine imkân yoktu. Bıçak kemiğe dayanmıştı. Bunlar görmezden gelinecek şeyler değildi. Ağırdan alınacak zaman hiç değildi. İmam’ın kızının da söyleyecek bir çift sözü vardı. Onu da söylemeden gitmeyecekti. Endülüs'teki sultan anasının oğluna dediğini diyordu. Başka ne söylenebilirdi?

“İmam’ın kızı:

- Ne yaptılar diye soruyon, daha ne yapacaklar diye sorun dedi. O da başörtüsünü yüzümüze fırlattı.

- Alın bunları örtünün, verin tüfekleri, kamaları bize, kızlarımızın ırzını bundan sonra biz koruyacağız, dedi."

Müslüman yurdu ağyar eline geçmişti. Aziz vatanın toprakları, düşman postalları altında çiğneniyordu. Ama ye’se düşülmemeliydi, tefrikaya düşülmemeliydi. Vahdet ve azimle mücâhede ruhu birleşince düşmanın yapabileceği bir şey kalmayacaktı. Allah, bu millete bir daha istiklâl marşı yazdırmasın diyen milli şairimiz bu konuda da şunları söylemektedir: "Ey cemaati Müslimin! Ağyar eline geçen Müslüman yurtlarının hali bizim için en müessir bir levha-i ibrettir. İslâm’ın son mültecası olan bu güzel toprakları düşman istilâsı altında bırakmayalım. Ye'si, meskeneti, ihtirası, tefrikayı büsbütün atarak azime, mücahedeye, vahdete sarılalım. Cenab-ı Kibriya, hak yolunda mücahede için meydana atılan azim ve iman sahipleriyle beraberdir."
Efe'nin de canına tak etmişti artık. Birlik ve beraberliğin lüzumu ayan beyan ortadaydı. Efe kızanlarıyla toplanmaya ve harekât plânı yapmaya karar verdi. Bunları da anlattı tahkik heyetine:

"O vakit ben kadınların hepsini evlerine yolladım. Kızanlarla köyün eşiğinde, ertesi gün, öğle vakti, Menderes köprüsündeki düşman askerlerini temizlemeye ahdettik."
Efe ahdetmişti etmesine ama, ertesi günden önce duyacağı başka sözler de vardı, kendisine emmi kızından bir rica gelecekti, gelecekti ama, o bunun bir vasiyet olabileceğini tahmin etmemişti.
"Gece emmim kızı Kezban'ın küçük kız kardeşi yanıma geldi:

-Şapkasının altından siyah perçemleri fırlamış, dişleri dışarda, kara kuru düşmanı sağ bırakmasın diyor, dedi.”
Kezban'ın ricası emmi oğluna bir emir gibi idi. Artık kara kuru düşmanın, dişleri dışarda düşmanın çekeceği vardı.
Efe ve arkadaşları geç de olsa ayıldılar. Menderes köprüsü başında işgalcileri tepelemeye başladılar. Civar köylerden başka zeybekler de yetişti. Kamaların, bıçakların şakırtısından, tabancaların tüfeklerin seslerinden Menderes köprüsü sarsılıyordu, ova yankılanıyor, düşman neye uğradığını şaşırıyordu. Sonra Efe "Bir taraftan bulut gibi düşman askeri meydana çıktı, fakat kızanların bıçaklarından korkup ördek gibi kaçtılar." diyor ve devam ediyor. "Ben ölüler arasında siyah perçemli dişlek düşmanı aradım, yoktu." Kimbilir Efe ne kadar üzülmüştü. Kezban'ın isteğini yerine getiremediği için kahroluyordu. Kaçan düşman bulutunun arkasından düşmanı Efe ve kızanlar Aydın'a doğru kovalamaya başladılar.
Efe'yi Aydın'da da hoş manzaralar beklemiyordu. Müslüman mahalleleri çığrışarak çatırdayarak yanıyordu. Sokakların üstünde alevden diller vardı. Evlerin pencerelerinden bohçalar atılıyor, aşağıda işgalciler alıp kaçıyordu. Sokaklar ortasında başörtüsü parçalanmış bir anneyi boynundaki altınlardan yakalamış bir düşman taştan taşa sürüklüyor, üstü başı yırtılmış genç bir kızın, iki eliyle gırtlağını sıkıyordu. Anasını boğan askeri şu kadar bir kız ısırırken bir nefer sarı saçlı başını dipçikle eziyordu.
Efe anlattı, anlattı, anlattı. Anlatmaya kelimelerin kifayet etmediği zulmü, işgalcilerin şenaatlerini Efe anlattı, anlattı bitecek gibi değildi. Bir şey olmamış gibi generallerin birdenbire gözlerinin içine bakarak: "Allah'a ısmarladık, paşalar." dedi.
Generallerin hepsi Efe'nin elini sıktı. Osmanlı zabiti Efe'yi kapıya kadar uğurladı. Kapıya kadar kendisiyle yürüyen Osmanlı zabitinin elini sıkarken esmer, sert yanaklarında iki sıra yaş dizilmiş olduğunu gördü. Bu defa yalnız ona aynı sakin sesle:

-Kezban, kendini Menderes'ten çaya attı; bana İmam’ın kızıyla haber yolladı: "Efe, demiş, siyahperçemli, dişleri dışarda düşman neferini öldürünceye kadar, Aydın'dan işgalciler çıkıncaya kadar kamasını kınına koymasın, bir zeybek sağken düşman Aydın'a padişah olursa benim kanım da onun boynunda olsun.”
Hey Kezban, Kezbanlar!

Efen, zeybeğin, seğmenin, dadaşın uşağın kamalarını kınlarına sokmadılar. Müsterih ol, düşman Aydın'a padişah olmadı. Bu millet İzmir'de zafer tacını başına taktı, zafer tahtına bağdaş kurdu. O gün bugündür hür ve müstakil bir devletin var.
Efeler bugün sadece dağda koyun otlatmıyor. Düşmanın Menderes'e gelmesini beklemiyor.
Facebook'ta Paylaş
dostumvar anasayfa Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol