ARKAPLAN RENGİNİ SİZ SEÇİN...

dostumvar

ELENA

 

Niyazi ŞANLI 


Bu sabah da diğer günlerden farksızdı: Yine bildik, yine ezansız... Böyle mi olurdu oysa, memlekette sabahlar... Sarıca Hafız fecir vakti kuşlardan evvel uyanır, şerefeden bir ezan okurdu ki, ılık Harameyn rüzgârları eserdi Akçapınar'ın üstünden. Ayakları kendiliğinden caminin yolunu tutar, samimiyetleri yüzlerinde ak ak olmuş insanlarla aynı safta ötelere kanatlanır, memleketinin gül yüzlü insanlarıyla namazını eda eder ve evine dönerdi. Döndüğünde anacığı kahvaltısını hazırlamış olurdu. Ya Şimdi... Soyduğu patatesi bıçağın altına koydu, aynı ses yankılandı daracık mutfağın duvarlarında: hırt... hırt... hırt...
Namazdan sonra Ahmet'le Veysel uyumuş, kahvaltı hazırlama işi ona kalmıştı. Bu sabahki duygularını tarif edemiyordu. Üzgün müydü, yoksa endişeli mi? Neydi kendisini alıp götüren bilmiyordu; yalnızca kızgın olmadığından emindi o kadar. Duygularını teşhis edememenin sıkıntısıyla ikinci patatesi aldı: hırt... hırt... hırt...
Doğradıklarını ocağa koyarken, "Hislerim belki de hasretimin farklı bir tezahürüdür." diyerek memleket hasretiyle bir iç çekti; vatanından bu kadar uzakken insan iç çektikçe yalnızca ateşini artırırmış. Onun da öyle oldu; ama "olsun!" dedi içinden, "olsun!" Ardından kelimelerini değiştirdiği bir Anadolu türküsü döküldü dudaklarından: “Bir can bir dâvâyı severse, üç aylık yolda ne var.”
Patatesler kızarıncaya kadar, bu sözleri tekrarlayıp durdu. Pişirdiği patatese iki yumurta kırdıktan sonra gidip arkadaşlarını uyandırdı. Kahvaltıya oturduklarında üçü de suskundu, yalnızca çatal-kaşık sesleri vardı. Mustafa'daki durgunluğu fark eden Veysel: "Mustafa pek durgunsun bugün, hayırdır kardeşim?" dedi. Mustafa konuşmaya pek niyetli görünmüyordu "Yok bir şey!" dedi. Bir sessizlik çöktü etrafa. Nedense biraz sonra Mustafa açıldı: "Dün okula giderken saçı ağarmış, beli bükülmüş bir Rus kadınına rastladım. Bir elinde değnek, bir elinde poşetler zar zor yürüyordu." İki arkadaş dikkat kesildi. Mustafa devam etti: "Yanından geçtiğimde 'Evlâdım bana biraz yardım eder misin?' dedi.Tereddütsüz ellerimi uzatıp poşetlerini aldım, gösterdiği istikamete doğru yola koyulduk. 'Az ilerideki parkta biraz dinlenelim evlâdım çok yoruldum.' demesi üzerine, parkta oturup, konuşmaya başladık. Kadın isminin Elena olduğunu söyledikten sonra oğlu ve gelininin kendisine çok kötü davrandığını, hatta pazara çıkıp bulaşık yıkamazsa, kendisini evden atacaklarını, kendisini yalnızca torunu Oleg'in sevdiğini uzun uzun anlattı. Ben de okumak için Türkiye'den geldiğimi söyledim. Bunun üzerine Elena Teyze şaşırarak, 'okumak için başka yer bulamadın mı evlâdım?' dedi. Gülerek, 'Sudba (kader), teyze!' dedim.
Sohbetimiz koyulaştıkça kendisine Türkiye'den bahsetmemi istedi. Ben de dilimin döndüğünce anlattım. Bir ara, 'Yaşlılarınıza nasıl davranırsınız?' dedi. Ben de Peygamberimiz'in (sas) 'İçinizdeki yaşlılar olmasaydı, belâ ve musibetler üzerinize sağnak sağnak yağardı.' hadîsi sebebiyle ihtiyarlara saygılı davrandığımızı anlattım. Elena Teyzenin pür dikkat dinlediğini görünce, mukaddes kitabımızın, 'Ananıza-babanıza uf bile demeyiniz, Allah'ım anne ve babam küçükken bana nasıl merhamet edip gözettilerse, Sen de onlara öyle merhamet et.' şeklinde dua etmemizi istediğini anlattım. Cennetin anaların ayakları altında olduğu hadîsinin yoğurduğu bir kültürle beslendiğimizi ve Allah'ın rızasının anne ve babalara iyi davranmakla kazanılacağına inandığımızı anlatttım. Elena Teyze, büyük bir dikkatle dinliyordu. Sözün burasında buğulanmış gözlerini gözlerime dikti, suskun dudakları kıpırdadı: 'Öteki âlem mi?' dedi. 'Evet' dedim. 'Her gecenin ardında bir sabah, her kışın ardında bir bahar olduğu gibi, dünya hayatının ardında da âhiret vardır. Annemizin karnını terk edip dünyaya geldik, dünyayı terk ettiğimizde de âhirete gideceğiz. Orada sonsuza kadar yaşayacağız. Cennete girenler için hiçbir dert olmayacak. Ne yaşlılık ve yaşlılığın meşakkatleri, ne de gelinleri ve dünyaya getirdiği çocukları tarafından sevilmemenin ızdırabı.' Elena Teyze heyecanla, 'Bunu kim söylüyor?' dedi. 'Bunu Hazreti Muhammed (sas), Hz. İsa (as), Hz Musa (as), Hz. İbrahim(as) gibi Allah'ın gönderdiği binlerce peygamber ve bu peygamberlere iman etmiş, âlimler, veliler, Hz. İsa'nın (as) havarileri ve onların etrafındaki azizler söylüyor.' dedim. Elena Teyzenin heyecanı iyiden iyiye arttı. 'Cennete girmek için ne yapmak gerekiyor?' dedi. Ben de şöyle dedim: 'Yalnızca bizi yaratan Allah'ın sevdiği bir hayat yaşayacağız. Onun için Allah'ın bizi neden yarattığını, öldükten sonra nereye gideceğimizi verdiği sonsuz nimetler karşısında bizden ne istediğini, insanlardan seçtiği peygamberlerle bildirmiş; peygamberler de hayatlarıyla insanlara örnek olmuştur. Allah'ın istediği hayat tarzı, peygamberlerin bize gösterdiği hayat tarzıdır. Efendimiz'in (sas) son peygamber ve yolunun da en mükemmel yol olduğunu anlatacaktım ki, Elena Teyze, 'Nasıl Müslüman olabilirim?' dedi. Bir an yüzüne baktım sonra, 'Şehadet getirerek.' dedim. Bunun üzerine Elena Teyze bana birkaç kere Kelime-i Şehadet'i tekrarlattı, ardından kendisi de bozuk bir telaffuzla şehadet getirdi. Daha sonra birkaç kere beraber şehadet getirdik.”
Mustafa'nın sözleri, hıçkırıklarla kesintiye uğradı. Arkadaşları Ahmet ve Veysel de gözyaşlarına iştirak etti. Bin gurbetin acısı, milyon hasretin yangını Elena'nın Müslüman olması karşısında o kadar küçük kalıyordu ki...
Mustafa devam etti: "Beraber Kelime-i Şehadeti tekrarladıktan sonra Elena Teyze iyiden iyiye artan bir heyecanla, 'Müslüman olmak bu kadar kolay mı? Yani ben şimdi Müslüman oldum mu?' diye sordu. Ben de her seferinde 'Evet!' diyordum. Sonra Elena Teyze buralara gelişimizin hikmetini yumak yumak çözen sözleri kulaklarıma doldu: 'Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Rüyamın gerçek olmasına vesile oldun. On yıl önce şu anda yaşadıklarımızı ve Müslüman olduğumu rüyamda görmüştüm.' Yine bir gözyaşı nöbetine tutuldu üç arkadaş. Mustafa konuşmasını sürdürdü: "Kim bilir, dünyanın birçok yerinde nice Elena, rüyalarını gerçekleştirecek, kendilerine İslâm'ı anlatacak insanları bekliyordur. Elena Teyzenin sevincine diyecek yoktu: 'Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum evlâdım. Çok sağ ol! Çok sağ ol!' dedi ve ayağa kalktı. Ben de onunla beraber ayağa kalktım. Poşetleri almak istediğimde Elena Teyze müsaade etmedi: 'Sen okuluna geç kalma evlâdım. Ben kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyorum. Kuş gibiyim.' dedi. Gerçekten yüzüne bir canlılık gelmişti. Poşetlerini eline aldıktan sonra, 'Beni unutma evlâdım. Beni ziyarete gel. Ben şu ışıkların karşısındaki apartmanda kalıyorum.' dedi. Bir iki adım attıktan sonra, yine bana dönerek 'Beni unutma tamam mı evlâdım, ziyaretime gel.' dedi ve ayrıldık."
Üçü de kahvaltıyı unutmuştu. Elena Teyzenin hidayetiyle Allah (cc) öyle bir ziyafet vermişti ki onlara, bu semavî sofrada gıdalandıktan sonra kahvaltıya iltifat eden mi olurdu? Ertesi gün onu ziyarete karar vererek, sofradan kalktılar. Üçünün de içi kıpır kıpırdı. Beraber Elena Teyzenin evine giderlerken âdeta uçuyorlardı. Tarif edilen eve geldiklerinde Mustafa titrek ellerle zile dokundu. Biraz sonra sarışın, mavi gözlü bir Rus delikanlısı tarafından kapı açıldı. Gözleri kızarmış bu delikanlıya, Mustafa: "Elena Teyze evde mi acaba?" diye sordu. Adının Oleg olduğunu söyleyen delikanlının bakışları öne düştü, dudakları titredi: "Ninem dün ..." dedi, devamını getiremedi. Nemli gözleri anlattı Elena Teyzenin akibetini anlatıyordu.
Oleg devam etti: "İki gün önce okuldan dönerken, ninemle parkta karşılaştık. Elindeki yükleri alıp evin yolunu tuttuk. Karşıdan karşıya geçerken, nineme araba çarptı. Yaralı olarak hastahaneye kaldırdık, dün de öldü." Mustafa o günü yeniden düşündü. Elena Teyzenin: "Okuyacak başka yer bulamadın mı evlâdım?" sorusuna verdiği cevap, dudaklarından döküldü: "Sudba..! (kader)"
Oleg, kim olduklarını sorduğunda, Mustafa kendisini ve arkadaşlarını tanıttı. Bunun üzerine Oleg'in gözleri parladı. "Demek Mustafa sizsiniz. Babaannemi hastahaneye kaldırdığımızda, sürekli isminizi tekrarlıyor ve hiç duymadığım ve anlamadığım şeyler sayıklıyordu. Söylediği o garip kelimelerden sonra, her seferinde yüzünde bir tebessüm beliriyordu. Dün gece, son defa o kelimeleri mırıldanarak hayata gözlerini yumdu."
Üçü de donup kalmıştı. Oleg, içeri gidip biraz sonra elinde bir kâğıtla geri geldi. Kâğıdı Mustafa'ya uzatarak, "İşte babaannemin ölmeden önce tekrar ettiği kelimeler.." dedi. Mustafa kâğıdı alıp arkadaşlarına gösterdi. Kâğıtta Kiril alfabesiyle şehadet cümlesinin, "Eşhedü... illallah, Muhammeden... abduhu..." kelimeleri vardı.

Facebook'ta Paylaş
dostumvar anasayfa Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol