ARKAPLAN RENGİNİ SİZ SEÇİN...

dostumvar

İKİ BAYRAM

Hayatının en zor anıydı yaşadığı. Hıçkırıklar boğazına düğümleniyor, ağlamamak için kendini tutsa da, gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu. Altmışına merdiven dayamıştı. Geçip giden bunca yıl ondan çok fazla şey almış, inanılmaz acılar yaşamıştı. Yine de hep dayanmış, ayakta kalmış ve Rabbisi'nden gelene razı olmuştu. Oysa bu acı diğerlerine hiç benzemiyordu. Bunu kaldıramayacağını düşünse de güçlü olmalı, eşi için çocukları için ayakta kalmalıydı. Hepsi perişandı. Kendilerine destek olacak birine ihtiyaçları vardı. Doktorun sesleri sürekli kulaklarında çınlıyordu: 'Metin olmalısınız, biz elimizden geleni yaptık. Ancak yüzde bir yaşama şansı var. Her an hazır olun. Beklenen son bugün de olabilir, bir ay sonrada, bir yıl sonra da...' Gerisini duymuyordu. Kendinden geçmiş bir halde geçmişe gitti aklı. En sevdikleri torunlarıydı Fatih, babasının da en kıymetli oğlu; ondört yaşında olmasına rağmen küçük bir bebekmiş gibi kendini sevdirmeyi biliyordu. Herkesin istediğini yapıyor, her işe yardım ediyor, büyüklerine saygılı davranıyor ve kalp kırmıyordu. Bu yüzden en çok onu seviyor, en fazla onunla ilgileniyor ve herkese onu anlatıyorlardı.
Birkaç ay önceydi. Torunu devamlı başının ağrımasından şikâyet ediyor, çoğu zaman, 'öleceğim' diyor, herkesi üzüyordu. Ağrının şiddetinden olacak; bulantıları artmış, ne yese çıkarıyordu. Oğlu, biricik yavrusu için doktor doktor koştursa da verilen ilâçlar fayda etmiyordu. Midesi bulanıyor diye, doktorlar midede problem olduğunu düşünüp onu endeskopiye sokuyor, filmler çekiyorlardı.. Problemin ne olduğu anlaşılamıyordu. Torunu, gözlerinin önünde eriyip gidiyordu. Çünkü aylarca bir şey yiyememiş, yese de hepsini çıkarmıştı. Nihayet doktorlar tomografi çektirmişler ve nasıl bir hastalığın pençesinde olduğu ortaya çıkmıştı. Fatih'in beyninde oldukça büyük bir tümör vardı. Yapılan biyopside sonuç kötüydü. Tümör kötü huyluydu ve ameliyat sonuç vermeyebilirdi. Peşpeşe beş ameliyat geçirmişti Fatih. Savaşıyordu, yaşamak istiyordu. Ameliyatlardan sağ çıkmasını Allah'a borçluydu. Ama artık yatağa mahkumdu. Konuşamıyor, yürüyemiyordu. Yine de hepsi ümitliydi. Allah'tan ümit kesilir miydi hiç?! Hiçbiri ümidini kesmemişti. Devamlı dua ediyorlardı. Her gün biraz daha iyileşiyordu Fatih. Artık yemek yiyor, az da olsa hareket edebiliyor, tek tük kelimelerle isteklerini anlatabiliyordu. Bu durum ümitlerini iyice artırmıştı. Oysa şimdi ne olmuştu da hastalık yeniden nüksetmişti. Nasıl olmuştu da tümör bir ay içinde eskisinden daha fazla büyüyüp beynini sarmıştı. Günlerce, gecelerce dua etmişlerdi. Boşuna mıydı bunca çaba, bunca dua ve yalvarış? Canı yanıyordu. Nefsi isyan bayrağını çekmiş, herkese ve herşeye isyan etsin istiyordu. Hayatı boyunca zaten çok acı çekmişti. Tam rahata kavuşmuşken torununun gencecik yaşta ölmesini nasıl kabullenebilirdi? 'Ben yaşadım yaşayacağım kadar, ölmesi gereken benim, o daha çok genç' diyordu. Hatasının farkına ancak günler sonra varabildi. Nasıl olur da Rabbisi'nin emrine karşı gelebilirdi? Oğlu isyan ettiğinde ona, 'Rabbimizin emrine itiraz edemeyiz. O her şeyi en iyi bilendir. O'nun yarattığını biz O'ndan daha fazla sevemeyiz. Belki de çok sevdiği için günahsız yanına almak istiyordur. Takdir-i İlâhiye boynumuz kıldan ince...' dememiş miydi? Bunları hatırlayınca biraz daha kendine geldi. Evet Fatih'i onlara Allah vermişti ve istediği zaman alacaktı. Yapması gereken şey, Allah'tan sabır ve dayanma gücü vermesini istemekti. O da bunu yaptı. Gece-gündüz saatlerce gözleri yaşlı, dua için açılıyordu elleri. Dayanmak için güç istiyordu Rabbisi'nden: 'Bizler aciziz, böyle bir acıyı kaldıramayacak kadar zayıfız. Bize güç ver, tam bir teslimiyet içinde olmamıza yardım et.' Artık eskisinden daha iyiydi. Eşine, çocuklarına ve gelinine moral verebiliyor, onları isyan etmekten alıkoyuyordu. Doktorlar da pes etmemişti. Belki bir mucize olur düşüncesiyle ellerinden geleni yapmaya devam ediyorlardı. Haftada birgün beynine azar azar tümör ilâcı vererek tümörü öldürmeye çalışıyorlardı. Aradan tam sekiz ay geçmişti. Hastalığın başladığı günden beri sekiz koca ay hastaneyle ev arasında koşuşturmakla geçmişti. Herkes üzgün, herkes mutsuz, yüzlerde sahte de olsa gülümsemeden eser yoktu. Eşi hergün biraz daha zayıflıyordu. Dağ gibi adam torununa üzülmekten perişan olmuş, eriyip gidiyor ve ne zaman birileri ona torununu sorsa bir çocuk gibi ağlıyordu. Ya oğlu? Oğlunun hali daha bir perişan ediyordu kendisini; kuytularda saatlerce ağlıyordu. Gelininin hali daha bir başkaydı. En küçük oğlunun gözlerinin önünde hergün biraz daha eriyor olması onu da âdeta öldürüyordu. Her sabah uyandığında oğlunun hâlâ yaşadığını görüp yere kapanıyor, ağlayarak, 'oğlum bugünde hayatta, sarılıp öpebiliyorum' diye şükrediyordu.

Bunca zaman sonra kendisini mutlu eden bir şey olmuştu nihayet. Aslında sevinsin mi, üzülsün mü bilemiyordu. Eşiyle birlikte, ölmeden hac vazifesini yerine getirebilmek için yıllardır dua ediyordu. Nihayet gerekli parayı bulmuş, başvuruları kabul edilmişti. Şimdi sevinçliydi. Torununu bırakıp gitmek düşüncesi onu üzse de, hacca gitmek en büyük hayaliydi ve bunu başka bir zamana erteleyemezdi. Kutsal topraklara gidecekti. Düşüncesi bile onu heyecanlandırmaya yetiyordu. En büyük sevgilisine kavuşacaktı. O'nu görmese de, sesini duymasa da, gezdiği yerlerde gezmek, yaşadığı yerleri görmek, o havayı solumak, onunla berabermiş gibi yaşamak az bir şey değildi. Orada Rabbisi'ne yakın olacak ve torunun sağlığına kavuşması için bol bol dua edebilecekti. Rabbisi'nden şifa dileyecekti. Şimdi gitmeyi daha çok istiyordu.

Bu mülâhazalarla sevinç gözyaşları içinde Medine'ye uçtu. Rabbim ne büyüksün diyordu. Bir yanda büyük acılar, diğer yanda kutsal topraklara gidebilmenin sevinci. Üzüntünün yanında mutluluğu da yaşıyordu. O kutsal topraklardayken beklenen şey gerçekleşti. Doktorlar şaşkın, ailesi ise sevinç içinde iki bayramı birarada yaşıyorlardı. Hem kurban bayramıydı yaşadıkları, hem de Fatih'in iyileşiyor olmasıydı. Zehir etkili olmuş, tümör büyümeyi bırakmıştı. Hastanın durumu hergün biraz daha iyiye gidiyordu. Pekçokları için kuruyan ümit yeniden yeşermişti. O haberi Mekke'deyken almıştı. 'Rabbim büyüklüğüne bir kez daha şahit oldum' demekten kendini alamadı. Doktorların; 'yüzde bir yaşama şansı var' dedikleri torunları hâlâ yaşıyor ve durumu gittikçe iyileşiyordu. O Rabbisi'ne inanmıştı. Bir an kendini kaybedecek gibi olduysa da çabuk toparlanmış Rabbisi'nden af dilemiş, büyük bir teslimiyet içinde emrine boyun eğmişti. Kutsal topraklara gitmeden önce sevdikleriyle helalleşirken, 'Allah büyüktür ve O ne dese dediği olur. O'nun emrine razıyız. Almak istese yanına alır, isterse bize bağışlar' demişti. Büyük bir teslimiyet içindeydi. Bu teslimiyetin mükâfatını alıyordu; onlarca acının üzerine pek çok mutluluğu birlikte yaşıyordu.

Bu güzel duygular içindeyken dönüş hazırlığına başlamıştı. Ne mutlu, Rabbisi'nden gelene tam bir teslimiyet içinde boyun eğebilene.

Facebook'ta Paylaş
dostumvar anasayfa Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol