ARKAPLAN RENGİNİ SİZ SEÇİN...

dostumvar

PEYGAMBERLERiN OZELLiKLERi

 
eygamberlerin Özellikleri
 

 

Hiçbir peygamber, düşünüp, taşınıp şöyle bir sistem ortaya koyayım, diyerek işe başlamamıştır ve başlamaz. Risalet mevzuunda doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk, insanlar içinden bir kimseyi peygamber yapmayı murad buyurur.. vakti ve zamanı gelince tamamen peygamberlik için yaratılmış bu seçkin İnsan’a, vazife, sorumluluk ve peygamberlik vazifesini duyurur, O da peygamberliğini ilan eder. Her peygamber seviyesine göre, vahiyle gelir, vahiyle yaşar ve vahiy kesilince de gider. Bizim hayatiyetimizin devamı için hava, su, ekmek gibi temel maddeler ne ise, peygamber için de vahiy odur. Onlar adetâ, Allah’tan gelen “üns” esintileriyle beslenirler. Feyz-i Akdes ve Mukaddesten daima sabâ rüzgarı gibi birşeyler eser gelir ve onlar da bu esintiler devam ettiği sürece insanların arasında kalmaya katlanırlar. O kesilince de Rabb’e doğru iştiyakla kanat çırpar ve ötelere uçacakları anı beklerler.

Onlar, bütün varlıklarıyla Rabb’lerine teslim olmuşlardır. O neyi söylemelerini isterse ancak onu ve Rabb’lerinin istediği ölçüde söylerler. Getirdikleri din, tamamen Allah (cc) tarafından vaz’ edildiği için onlar vazifelerinde Rabbanîdirler ve böyle Rabbanî bir vazifeyi yerine getirmekle mükelleftirler.

Vazifelerini yaparlarken de, muhataplarının kabul veya reddi onları bağlamaz ve alâkadar da etmez. Evet onların vazifesi sadece tebliğ edip anlatmaktır. Muhaliflerin dedikleri, söyledikleri veya yaptıkları hiç umurlarında değildir. Da’vâları adına taviz vermeleri ise, kat’iyen düşünülemez. “Ay’ı bir omuzuma, Güneş’i diğer omuzuma koysalar, vallahi bu da’vâdan vazgeçmem” onların umûmî düsturudur. 53

 

Peygamberler yaptıkları hizmet karşılığında maddî-manevî hiçbir ücret beklemezler. Kur’ân-ı Kerîm onların bu hususiyetlerini çeşitli vesilelerle ve muhtelif âyetlerde dile getirmiştir. Hepsinin sözündeki ortak ve odak nokta “Benim mükafatım ancak Allah’a aittir” hakikatında toplanmaktadır. Bizler, maddî olmasa da manevî bir ücret bekleyebiliriz. Halbuki nebîler bunu da beklemezler ve bütün yaptıklarını Cenâb-ı Hakk’ın emri olması zaviyesinden değerlendirerek yaparlar. Farz-ı muhal, neticede cehennemin alevlerinde yanacak dahi olsalar, yine onların düşüncelerindeki berraklık bulanmaz ve hep vazifelerini yapmayı düşünürler...

Peygamberler maddî-manevî füyuzât hislerinden fedakârlıkta bulunan insanlardır ve bu mevzuda zirve varlıklardır.. cennet sevdası da cehennem korkusu da değildir onlara bu çetin ve zorlu vazifeyi yaptıran, bu zorlardan zor hizmeti gördüren sadece ve sadece Rabb’in rızasını kazanabilmektir.

Her peygamber hasbîdir. Ancak hasbîlikte doruk nokta Nebîler Sultanı’na aittir. Doğduğu zaman “Ümmetî” demiş, mahşerde de “Ümmetî, Ümmetî” diyecektir 54. Bu nasıl hasbîliktir ki, cennet kapıları ardına kadar açılıp O’nun teşrifini beklerken O, ümmetini de oraya götürebilmek için mahşerin en bunaltıcı anlarını cennete tercih edebilmektedir. Ve yine bu nasıl bir hasbîliktir ki, sadece sıhriyyet ve kurbiyyet itibariyle kendine yakın olanları değil; en mücrimi de dahil, bütün ümmetini toptan istemektedir.

Evet onların ruh menfezleri sadece bir noktaya açıktır: Allah (cc)’ın rızasına.. bundan başka her şeye onlar kapılarını sürgülemiş ve sürmelemişlerdir.

Bilhassa günümüzde, peygamberliğe ait bir vazife olan, tebliğ ve irşad vazifesini omuzlayanlar, bu noktaya çok iyi dikkat etmeleri ve bu mevzuda çok hassas davranmaları gerekmektedir. Çünkü sözün tesiri, belâgat ve fesâhatında değil samimî olmasında saklıdır. Bu ise hasbîliği gerektirmektedir.

Bu ma’nâya işaret içindir ki, Kur’ân-ı Kerîm’de : “Sizden ücret istemeyen kimselere tâbi olun, onlar hidayete ermiş kimselerdir” denilmektedir (Yâsîn, 36/21).

Evet, onlar hidayet semâlarında pervaz edip uçarken, siz de onlara tâbi olun. Çünkü sizden dünyalık namına birşey talep edip istemiyorlar. Uyup arkasından gideceğiniz insanları iyice düşünüp, tartın ve öyle insanlara tâbi olun ki, gece ve gündüzleri, hep hizmet aşkıyla dolu olsun. O, gelecek neslin zafer arabalarının geçeceği yolları hazırlamayı, o dönemin debdebeli ve muhteşem günlerini idrak edip kavuşmaya tercih etsin. Ve O’nun hasbîlikle yoğrulmuş gönül dünyasına, bu kadar masum bir isteğin gölgesi dahi düşmesin. İşte kendinize böyle önder ve liderler seçin ve onların ardından gidin!

Allah Resûlü hasbî idi. Hayatı boyunca karnını arpa ekmeği ile dahi doyurmamıştı. Bazen günler, haftalar ve aylar geçerdi de, O’nun saadet dolu hanesinde yemek pişirmek için ne bir ocak yanar ne de bir tas çorba kaynardı.55

Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: “Bir gün Allah Resûlü’nün yanına gittim. Namazı oturarak kılıyordu. Namazını tamamlayınca sordum:

-Ya Resûlallah hasta mısınız?

-Hayır, açlık!. Ya Eba Hureyre, dedi.

Ağlamaya başladım. Kâinat kendisi için yaratılmış, Allah’ın en sevgilisi açlık ve gıdasızlık sebebiyle ayağa kalkacak gücü olmadığından namazını oturarak kılıyordu. Benim ağladığımı görünce teselli etti.

-Ağlama Ya Eba Hureyre! Bu dünyada açlık ızdırabını çeken, diğer tarafta Allah’ın azabından emin olacaktır.” 56

Ensardan bir kadın kendisine döşek gibi bir şey getirmiş ve Hz. Âişe Vâlidemiz (r.anha) de onu Allah Resûlü’nün her zaman üzerinde istirahat buyurduğu hasırın üzerine sermişti. Geldiğinde bu manzarayı gören Allah Resûlü, ne olduğunu sormuş ve aldığı cevap üzerine de şöyle buyurmuştu:

-Âişe! Onu derhal geriye teslim et. Allah’a yemin ederim ki, eğer istese ve arzu etseydim, Allah benim sağımda ve solumda, altın’dan ve gümüşten dağlar yürütürdü; fakat ben istemiyorum... 57

Evet O, eğer isteseydi müreffeh bir hayat yaşayabilirdi; ama istemiyordu. Birgün bir melek geldi ve Allah (cc)’dan selâm getirdi, sonra da sordu: “Ya Resûlallah, Cenâb-ı Hakk’ın selâmı var soruyor: Bir melik peygamber mi olmak istersin yoksa bir kul peygamber mi?”

Cibrîl imdada yetişir: “Ya Resulallah (Rabb’ine karşı) mütevazi ol” Ve Allah Resulü tercihini yapar: “Birgün aç kalıp tazarru eden, diğer gün tok olup şükreden bir kul peygamber olmayı isterim.” 58

Oturur, köle ve hizmetçilerle beraber yemek yerdi. Bir kadın bu manzarayı görünce: “Oturmuş da köle gibi yemek yiyor” dedi. Kâinatın Efendisi cevap verdi: “Benden güzel köle mi olur! Ben Allah’ın kölesiyim.” 59

Allah Resûlü’nün bütün hayatı hasbîlik tablolarıyla doludur. Şimdilik misâllerin tafsîlatını, O’nun hayat-ı seniyesini konu alan binlerce kitaba havale ediyoruz. Evet O başta olmak üzere ve bütün nebîler hasbî olarak yaşamışlar, yaptıkları hizmet mukabilinde ne dünya ne de ahiret namına hiçbir talepte bulunmamışlardır. Onun içindir ki sözleri müessir olmuştur. Öyle ise, sözlerinin iksir misâl tesirli olmasını isteyenler, evvela hizmetleri karşılığında, kimseden hiçbirşey istememeyi öğrenmeliler...

 

İhlas, yapılan her şeyi Allah (cc) için yapma ve yapılmayanı da yine Allah için yapmama, demektir. Peygamberler, daha işin başında işte böyle bir ihlâsa erdirilmiş şahsiyetlerdir. Gerçi çalışıp çabalama ile insan, ihlâsta bir noktaya ulaşabilir; ne var ki, diğer insanların varabileceği son nokta nebîler için sadece bir başlangıç noktasıdır. Onlar, âdetâ ihlâsın özü haline gelmiş ve muhlasînden kılınmışlardır. Kur’ân-ı Kerîm onların bu hususiyetini bazı peygamberlerde müşahhaslaştırarak şu şekilde anlatır: “Kitab’ta Musa’yı da an! Gerçekten o, ihlâsa erdirilmiş, bir Resûl ve bir peygamberdi (Meryem, 19/51).

Ve Hz. Yusuf için “...Şüphesiz o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandır” (Yusuf, 12/24).

Ve Allah Resulü’nün şahsında ümmetine şöyle sesleniyor:

“Şüphesiz ki kitab’ı sana hak olarak indirdik (O halde sen de) dini ona has kılarak Allah’a kulluk et!” (Zümer, 39/2).

Yine Allah (cc), Habibini şöyle konuşturuyor:

“De ki: Ben dinimi sadece O’na has kılarak Allah’a kulluk ederim” (Zümer, 39/14).

Kulluğun sebebi Allah’ın emridir; neticesi, Cenâb-ı Hakk’ın rızasıdır; meyve ve semeresi ise Rabb’in ahirette verecekleridir. Kulluk bütün bir hayatı içine alır ve mü’minin bütün davranışlarında bir şuur ve iz’ân olarak kendisini hissettirir.

Asrımızın büyük mütefekkiri: “Allah için işleyiniz, Allah için başlayınız, Allah için çalışınız ve O’nun rızası dairesinde hareket ediniz”, derken ihlâsın hem tarifini yapmakta hem de ehemmiyetini dile getirmektedir.60

İhlâs, insanın dosdoğru ve müstakîm olmasının adıdır. İhlâslı insanın hayatında zikzaklar yoktur. Ruhânî seyri hep yukarıya doğru ve dimdiktir. Onun içindir ki, onlar işe başladıkları günkü mahviyetlerini, zirvelere çıktıkları zaman da koruyup muhafaza edebilmişlerdir. Ancak onlar ne kadar azdır!.

İnsanlık tarihinde, bu ufkun zirvesinde sadece bir insan vardır; O da Allah Resûlü’dür. Nasıl olmasın ki, da’vâsını ilk yaymaya başladığı günkü tavrıyla Mekke’yi fethettiği gün arasında mahviyet ve tevazu bakımından zerre kadar değişme göstermemiştir.

Mekke sulhla alınmıştır. Münferit bir-iki hâdise olsa bile, bunu umuma teşmil etmek doğru değildir. İki Cihan Serveri, senelerce evvel çıkarıldığı bu mübarek yere girerken fâtih bir kumandan edasıyla girmiyordu. O gün merkûbe binmiş ve başını o kadar eğmişti ki, mübarek başı neredeyse eğerin kaşına değecekti.61

O, Medine’de bulunduğu devre içinde de tavrını hiç değiştirmemişti. Sahâbe, O içeriye girdiğinde ayağa kalkardı.. kalkmalıydılar da. Hatta O girdiğinde cenazeler dahi kabirlerinden fırlayıp, O’na ihtiram etmeliydiler.. O bütün bunlara fazlasıyla lâyıktı. Ancak kendisi, sahâbenin böyle ayağa kalkmasından ciddî rahatsızlık duyar ve her defasında : “Acemlerin (büyüklerine) ayağa kalktığı gibi ayağa kalkmayın” 62 der ve tekdîr ederdi.

Evet O, kudsî vazifeye nasıl başladıysa, öyle de bitirdi.. O’nun hayatı âdeta bir musîki ahengi içinde geçmişti. Başladığı işi başladığı perdede bitiriyordu ve bu çok üstün muvaffakiyet demekti. Hatta O, bir yönüyle bu ilâhî musîkiye pestle başlamış ve neticede arz-ı semâ’yı velveleye verecek tize ulaşmıştı.

O, bütün hayatı boyunca dini Allah’a tahsis ederek sadece O’na kulluk yaptı.. gönlü sadece O’nun marifetiyle doldu-taştı.. gözü her yerde O’nun asârını süzüp durdu.. bütün duyguları O’ndan gelen mânevî zevklerle coştu ve köpürdü.. O, Hakk’a uyanmış, hakikate yelken açmış ve doyma bilmeyen bir iştiha ile hep “Allah” deyip dolaşmıştı. Çünkü O, bir ihlâs insanıydı...

O’ndaki ihsan şuuru da buna ayrı bir buud teşkil ediyordu. Çünkü bizzat O’nun tarifi içinde ihsan, Allah’ı görüyor gibi kulluk yapmaktı 63. Mes’eleyi bir teşbihle anlatacak olursak, başkası kıbleye dönüp namaz kılarken, O, namazını Kâ’be’nin içinde kılıyordu.

 

Peygamberler, da’vâlarını neşrederken kat’iyen diyalektiğe girmezler. Onlar insanlara “mev’ize-i hasene” ve “hikmet”le yaklaşırlar. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Efendimiz’e şöyle ifade edilmektedir: “Sen Rabb’inin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır; ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.” (Nahl, 16/125).

Onlara eşyanın hikmetini, hilkatteki esrârı yumuşak bir şekilde ve inandırıcı bir üslupla anlat! Yani hissiyatlarını rencide etmeden, kalp ve kafalarını doyurmaya gayret et!

Peygamberler demagoji, diyalektik ve felsefî üsluba hiç mi hiç iltifat etmemişlerdir. Zira, ne dün ne de bugün, demagojiye açık birkaç ahmak istisna edilecek olursa, bu yolla kimseye bir şey anlatılamamıştır. Zaten Cenâb-ı Hakk da onları bu türlü abes şeylerle meşgul etmek istememiştir. Onların vazifesi hikmetle ve “mev’ize-i hasene” ile dine ait mes’eleleri neşredip yaymaktan ibarettir.

İnsan sadece bir zihin ve kafadan ibaret değildir; onun bir de kalbi, ruhu, sırrı, hafîsi, ahfâsı vardır ve bunların hepsi de tatmin ister, tatmin beklerler. İşte nebîler, insanları bütün bu yönleriyle ele alır ve mesajlarını takdim ederken de onları bütün havaslarıyla ikna ve tatmin ederler. İnsana ait hiçbir hususiyet boş bırakılmadan yapılan böyle bir tebliğin neticesi ise, bütün tereddütleri zail olarak muhatabın îmandaki vahdete ulaştırılmasıdır ki, bu da insanın varoluş gayesidir.

Onların ders halkasında yetişenlerde bir başka yakîn hasıl olur. Onların huzurunda bu âleme bakan gözlerinin yanında kalp gözlerinin kapakçıkları da açılır ve başkasının görmediği, bilemediği mes’eleler artık, onlar için ayân olur. Gayri bütün dünya tereddüt ve şüphe ile dolup, taşsa, ihtimal onlar sadece bunlara müstehzî bir eda ile güler geçerler. Zira onların vicdanlarında hasıl olan marifet peteğine hiçbir şüphe sineği konamaz...

Allah (cc), onların bildiği biri, bin yapar, bildiklerine bereket katar ve onlara bilmediklerini de öğretir64. Semâdan gelen ilham esintilerini onların kalplerini âdetâ bir semâ haline getirir.. ve onlar bu bildiklerini harfiyen tatbik etmekle, semâya doğru yükselen “kelime-i tayyibe” merkûbunu bulur ve yükseldikçe yükselir.65

Hatta onların arasında, Hz. Ali (ra) gibi öyleleri yetişir ki, “perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek” der ve sır kapılarını aralarlar. Yani, “Gayb perdesi kalksa, ben neticede görmem gerekli olan her şeyi görsem, şu anda inandığımdan fazla bir marifet ufkuna ulaşacağıma ihtimal vermiyorum; zira yakînim o ki, ben gaybe îman’ın doruğundayım.”66

Hz. Ali (ra) gibi bir insanda bu söz, “tahdis-i nimet” makamında söylenmiş bir sözdür. Allah Resûlü, Hakk’ın takdiriyle kıyâmete kadar gelecek velîlerin babası olarak onu ilân buyurmuştur. Onu, saadet hücresine almış, kadınların en güzeli, en incesi, en zarifi, en endamlısı, hûrîleri geride bırakacak o nübüvvet bahçesinin çiçeği Hz. Fâtıma anamızla evlendirmiş ve bu kutlu evlilikten de bir güzelle bir de güzelcik, yani Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin dünyaya gelmiş. Ayrıca bütün velîler ve velîler içinde de kutuplar hep bu menbadan fışkırıp çıkmış...

Evet, Hz. Ali böyle olduğu gibi, onunla devam eden altın silsilenin hemen hemen herbir halkası da, bu şuuru temsilin birer kahramanı olmuştur.67

Evet, bu şuur îman ve İslâm’ın neticesinde ihsan sırrına erenlerde gelişir.. ve onlar daha dünyada iken: “Senden perdeyi kaldırdık, bugün artık gözün keskindir” (Kâf, 50/22) hitabına mazhar olurlar. Batılının Entüisyon dediği bu hal, insanın vicdanında varlığını hissettirmeye başladı mı artık dış dünya susar ve iç sezişlerin çığıltıları benliği sarar; derken ruh-efzâ bir hâl olur. Çünkü marifet Sultanı gönül tahtına oturmuştur. O’nu dışarılarda aramaya ne gerek var..?

İşte tilmizlerini bu duygu ve düşünceye yükselten Nebî, metod olarak hep en şümullü ma’nâsıyla mev’ize-i haseneyi esas almış ve irşad binasını da bu temel üstüne kurmuştur.

Bizim bu bâbta söylemeye çalıştığımız hususları şu âyet, en veciz ve en mu’cizevî bir üslupla dile getirmektedir : “Nitekim, size kendi içinizden, âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size kitabı ve hikmeti getirip bilmediklerinizi öğreten bir Resûl gönderdik” (Bakara, 2/151).

İki Cihan Serveri’nin bu mevzudaki hassasiyet ve metodunu çeşitli vesilelerle arzedip misâlleştirdiğimizden burada daha fazla bir şey söylemeyi zaid görüyoruz. Yine de bir-iki cümle ile hülâsa edecek olursak, şöyle demek mümkündür: O, herzaman muhatabın durum ve seviyesine göre onun aklını, kalbini, vicdanını doyuracak şekilde, eksik ve fazladan müberrâ olarak, hikmet çerçevesinde bir usûl ve uslûpla hitab ederdi ki, ekseriyetle O’nu dinleyip de huzurdan ayrılanlar, îman ve itminân elde etmiş olarak ayrılırlardı. Velid b. Muğîre ve Utbe b. Rebî’a gibi Hz. Muhammed (sav)’in söylediklerinin hak olduğunu kabullenmekle beraber, gurur ve kibirlerinin esiri olmuş, inanamamış bazıları da korkularının kurbanı olmuş, inkarda kalmıştır ki, aslında bu da tamamen alıcı durumunda olanlara ait kusurlardandır. Bazen de, Şair A’şâ gibi her şeyi kabul etmekle beraber, eski alışkanlıklarını terkedemeyip mehil isteyenler vardı ki, eğer hidayete ermeden ölmüşlerse, bu onlara ait kazâ ve kaderin, daha önceden sebkat etmesiyle izâh edilmelidir. Bunların hiçbirinde Allah Resûlü’ne râci’ bir eksiklik ve kusur yoktur ve olamaz da!

 

Kur’ân-ı Kerîm’de birçok peygamberin kavmine hitabında, bu nokta ele alınarak şöyle denmektedir: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin için O’ndan başka ilah yoktur” (Hûd, 11/84).

Her peygamberin da’vâsı bu yüce hakikatla başlar ve onunla noktalanır.

Birbirinden ayrı zaman ve mekanlarda gelen, bu mümtaz şahsiyetlerin böyle bir noktada ittifakları ve hep aynı hakikatları haykırmaları, hiçbir şüphe ve tereddüt bırakmaz ki, bunlar kendilerine ait fikir ve düşünceleri değil, Rabb’lerinden aldıkları mesajları tebliğ etmektedirler. Zira aynı mes’elede ayrı ayrı isti’dât ve kabiliyetteki insanların, hem de çeşitli yer ve zamanlarda yaşamalarına rağmen ittifak etmeleri aklen mümkün değildir. Siz, aynı ekole mensup, bir kısım felsefî akımların, hem de aynı zaman dilimi içinde yaşayanları arasında dahi, çok küçük ve basit mes’elelerde, pek çok ihtilaf ve farklılıklara şahit olursunuz. İşte, beşerî düşünce ve mülâhaza kaynaklı cereyanlardaki bu ihtilaf ve ilâhî vahiyle serfiraz zatların sundukları sistemlerdeki bu ittifak, öncekilerin heva ve heves kaynaklı, ikincilerin de hidayet edalı olduğunu göstermektedir. Evet, bunlardaki söz birliği ve hepsinin tevhid hakikatıyla gelmesi de yine o müesseseye ait bir hususiyettir. Onun içindir ki Allah Resûlü: “Ben ve benden evvel gelen bütün peygamberlerin söylediği en faziletli söz: ‘Lâilâhe illellahu vahdehu Lâ şerike lehu’ ma’nâ-sına gelen sözdür” buyurmuşlardır.68

5. TEVHİDE ÇAĞRI4. MEV’İZE-İ HASENE (Güzel Öğüt)3. İHLAS2. HASBÎLİK1. RABBANÎLİK
 
dostumvar anasayfa Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol